28 Eylül 2010 Salı

Morissey'in 13 Tüm Zaman Favorisi

Mr Bloe – 'Groovin With Mr Bloe'
Roxy Music – 'Do The Strand'
The Supremes – 'I'm Livin' In Shame'
Paul Jones – 'I've Been A Bad, Bad Boy'
The Crystals – 'All Grown Up'
Shocking Blue – 'Mighty Joe'
Al Martino – 'Granada'
Buffy Sainte-Marie – 'Soldier Blue'
The Tams – 'Be Young, Be Foolish, Be Happy'
Bob & Marcia – 'Young, Gifted and Black'
The Sundown Playboys – 'Saturday Nite Special'
Sparks – 'This Town Ain't Big Enough For Both of Us'
New York Dolls – 'Jet Boy'

24 Eylül 2010 Cuma

Ölüm Gelecek ve...

Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak - 
sabahtan akşama dek, uykusuz,
sağır, eski bir pişmanlık
ya da anlamsız bir ayıp gibi
ardını bırakmayan bu ölüm.
Bir boş söz, bir kesik çığlık,
bir sessizlik olacak gözlerin:
Böyle görünür her sabah
yalnız senin üzerinde 
kıvrımlar yansıtırken aynada.
Hangi gün, ey sevgili umut,
bizler de öğreneceğiz senin
yaşam olduğunu, hiçlik olduğunu.

Herkese bir bakışı var ölümün.
Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak.
Bir ayıba son verir gibi olacak,
belirmesini görür gibi
aynada ölü bir yüzün,
dinler gibi dudakları kapalı bir ağzı.
O derin burgaca ineceğiz sessizce.
 
Cesare PAVESE
Çeviren: Cevat Çapan

22 Eylül 2010 Çarşamba

Normal

Medyanın asli görevi dünyanın canına okunur, sosyal haklar gaspedilir, halk sürünürken her şeyin ne kadar da normal ne kadar da sağlıklı yürüdüğünü söyleyip durmak ve insanları buna inandırmaktır...

Açıklayın

"Asıl açıklanması gereken,neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen adamın grev yaptığı değil,neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir."

Wilhelm Reich

21 Eylül 2010 Salı

İnsanlar da Işığa Üşüşür


Sarolta Ban

Biraz da Havuz Keyfi

ZAMANSIZ ADAMIN ANILARI


Görevler Silsilesi - Hikaye Devam Ediyor

Tabağımdaki su böreği sanki nefes alıyor. Buğular yağlı nefis bir kokuyu da alıp yükseliyor burnuma doğru. O kadar açım ki, lokmaları ne zaman bitirdiğimi anlamıyorum bile. İştahım çayımdan bir yudum almama bile izin vermemiş. Bardağı ağzıma götürürken pencereden dışarı bakıyorum. Orta yaşlarda, beyaz tenli bir kadın duvarın dibine büzüşmüş ağlıyor. İyi giyimli. Düzgün bir tipe benziyor. Kimse yardım etmiyor ona. Yanından sanki gözleri böyle bir şeye kapalıymış gibi geçip gidiyorlar. Derdinin ne olabileceğini düşünürken tekrar içeriye bakıyorum ve tabağımın silme su böreği dolu olduğunu görüyorum.
“Başka bir isteğiniz var mıydı?” diyor garson.
“Yok sağol,” diyorum.
Çaya gidiyor elim. Kısa bir kararsızlık anından sonra çatala yöneliyor. İlk lokma sevilmeyi bekleyen bir kedi gibi yerleşiyor damağıma.
Deja-vu bu. Aynı anı yaşıyorum daha beş dakika geçmeden. Her şeyin farkında olmak ne güzel! Keyifle, bir çırpıda bitiriyorum önümdekileri. Çayımdan bir yudum alırken pencereden dışarı bakıyorum. Ağlıyor kadın duvarın dibine kendini bırakmış. Dönünce garsonu başımda buluyorum yine. Tabağım dolu.
“Sağol, ama doydum ben,” diyorum.
Gülüyor şaka yapmışım gibi. Yine de bir şüphe ışığı oynaşmıyor değil gözlerinde.
Yemeğe girişiyorum sanki onun varlığını bir anda unutmuşum gibi.
“Hep böyleydin sen,” diyor birisi. Kafamı kaldırıp, sessizce karşıma kurulmuş arkadaşıma bakıyorum. Tuncay bu. “Kimseye değer vermezdin. İnsanları dinler gibi yapardın.”
O bir şeyler anlatırken esneme tutardı beni hep. Gülme isteğimi zor tutuyorum şimdi. “Bu ne? Beni suçlama günü mü?” derken tabağıma eğilip bir lokma daha atıyorum ağzıma. Esniyorum sonra kendimi tutamayıp…
Dokularının zayıflayıp havada bir yerlere tutunmaya çalışırcasına titreştiği anı yakalıyorum kafamı kaldırdığımda. Silinip gidiyor sonra birden. Su böreği büyüyor sanki; neredeyse ağzıma sığmıyor. Zorla başarıyorum yutkunmayı.
“Senden nefret ediyorum,” lafıyla birlikte bir kız beliriyor karşımda. “Gerçekten nefret ediyorum.”
Tanımıyorum onu.
“Ne o, şimdi de tanımamazlığa mı geliyorsun beni?” diye soruyor sinirli bir gülüşle.
“Çıkaramadım,” diyecekken yüklem anlamını kaybediyor. Yavaştan kaybolmaya başlıyor o da. “Bir dakika, yapma bunu, lütfen, sana söyleyeceğim çok önemli şeyler var,” diyor panik ve kızgınlık karışımı bakışlarla. “Bir kere olsun karşındakinin hislerini paylaşmayı denesen noolur?”
“Ben bir şey yapmıyorum.”
“Biliyor musun korkağın tekisin sen…”
Lafını bitiremeden kayboluyor. Bir hüzün çöküyor üstüme. Kaçarmışçasına dışarıya dönüyor gözlerim. Duvarın dibinde, aç bir berduş gibi büzüşmüş, hıçkıra hıçkıra ağlıyor kadın. Bir Allahın kulu durup sormuyor derdini. Ona yardım etmeliyim diye düşünmek bile kaslarımı ip gibi geriyor. Doğrulmaya çalışıyorum ardından ve görüyorum ki tabağım dolu. Çaydan sımsıcak buğular yükselip burnuma yaklaşıyor. Yıvışık, yaşlı bir konsomatristi andırıyor hareketleri.
“Başka bir isteğiniz var mıydı?” diye soruyor, başımda bekleyen garson.
“Hesabı alabilir miyim?” derken birden bir yıldırım gibi iniyor beynime şok. Elim cüzdanıma gidiyor hızla. Dışarı çıkarırken, nasıl olup da param olup olmadığına bakmam, diye öfkeyle soruyorum kendime. Ne zannediyorum ki kendimi! Gerçekle yüzleşirkense suratım buruşuveriyor: Cüzdanım bomboş!
“Anneniz ödedi hesabı beyefendi,” diyor o sırada garson.
“Nasıl!”
“Anneniz hesabı ödedi. Dört porsiyon karışık su böreği, dört çay.”
Kafam karışmış bakıyorum ona. “Nereden tanıyorsunuz beni? Annem…”
“Tanımamız gerektiği zaman her müşteriyi tanıyoruz beyefendi. Üstelik her şey bu kadar açıkken...”
Onu küçümsediğimi ima eden, suçlu hissettirecek, anlayış bekleyen bir bakış atarak dönüp gidiyor. Dışarı çıkıyorum ben artık konuşmayı beceremeyerek. Ayaklarımı sürüdüğümü farkediyorum küçüklüğümde kafam karıştığında yaptığım gibi. Utanç içinde durup trafiğe kaldırıyorum başımı. Koca bir el, tek tek figüran koyuyor kaldırıma. Kalabalıklaşıyor birden ortalık. Yapay gülüşler kaplıyor her yanı. Tiyatro salonlarında, oyun başlamadan önce görülen bir uğultu doluyor kulaklarıma. Beni tutup kendine çevirdikten, bir an inceledikten sonra tekrar yerime koyuyor el…

Orta yaşlı, aşırı ince bir adam... Sarı saçlarını özenle briyantinlemiş. Uzun, kemikli kolları vücuduna sonradan eklemlenmiş sanki. Üstünde smokin, bir elinde değnek… Trafiğin ortasına yerleştirdiği sandalyenin üstünde, topukları bitişik, kendinden emin bir şişinmeyle yay gibi geriliyor. Görünmez bir orkestranın, onun kıvrak el hareketleriyle oluşan coşkuyu halka fevkalade bir şekilde yansıttığını yüzündeki zaferane gülüş pek güzel anlatıyor. Gülüyor kaldırıma birikmiş insanlar.
“Arkadaşım, hangi türküyü çaldığını söyle de biz de eşlik edelim,” diye bağırıyor birisi.
Alıp denize doğru savuruyor onu koca el.
Yanımda bir kadın konuşuyor aynı anda. “Duymuyorlar, o kadar etkili ki? Ama anlayamaz onlar… Hayır, anlayamazlar!”
Kırklı yaşlarda, iyi giyimli, hoş bir kadın bu… Az önce duvara sırtını dayamış ağlayan kadını andırıyor. Gözlerini yummuş, müziği tüm duyularıyla hissettiğini ilan edercesine hafif kaldırmış çenesini. Huşu içinde titreşiyor dudakları.
Duymaya çalışıyorum. Hiçbir şey ulaşmıyor kulaklarıma. Tekrar maestroya bakıyorum sonra. Pilli bir oyuncaktan farksız, yerinde duramıyor. Terler yanaklarından çenesine akıp smokinine damlıyor. Yükseltiyor müziği. Gözlerini sıkıca kapatmış, dişlerini sıkarak gülmeyle ağlama arası bir mimik sergiliyor bunu yaparken. Ellerini bel kısmına indirip birden yukarı kaldırıyor. Sonra bir daha yapıyor aynı şeyi. Değnek yukarıda titreşiyor.
Önce karışıyor caddenin öteleri. Kornalar fırlıyor havaya. Bazı arabalardan öfkeyle dışarı çıkıyor insanlar. Küfür ederken ağızlarından tükürükler saçılıyor. Dükkânlarından fırlayıp Allah belanızı versin demekten kendilerini alamıyor esnaflar. Arabalar dört yol ağzında birbirine giriyor. Bağırıyor az önce orkestra şefine gülen herkes avaz avaz...
Düşüveren omuzlarından aşağı sarkıyor ansızın kolları maestronun. Çenesi de buluşuyor göğsüyle. Yorgun, bitkin, zorlukla nefes alıyor. Bitiyor müzik.
Koca bir el yukarıdan inip tek tek alıyor insanları. Birbirine geçmiş, kaportaları yamulmuş arabaları da denize savuruyor çabuk hareketlerle. Beni alıp kendine çeviriyor. Sonra tekrar yerime koyup saçlarımı düzelterek hiç vakit geçirmeden gökyüzünün maviliğine gömülüveriyor…

Boyası dökülmüş duvarın yanında, kadının vücudu zangır zangır titriyor. Parmakları saçlarına geçmiş. Sanki birden her yandan üstüne yumruklar tekmeler inecekmişçesine büzüşmüş vücudu. Yaklaşıyorum ürkek bakışlarla çevremi yoklayarak.
“Pardon, iyi misiniz?” Uzanıp omzunu tutuyorum hafifçe. “Yardım edebileceğim bir şey varsa…” Öne doğru bir adım daha atıp bakışlarını yakalamaya çalışıyorum. Utançla çeviriyor mora çalmış yüzünü duvara doğru. “Bir yeriniz mi ağrıyor? Sizi…”
Lafımı bitiremeden sağımda, uzaktan, köşebaşının orada bir bağırış patlıyor.
“Arkadaşım, naapıyorsun sen?”
Doğrulup bakıyorum. Beyaz saçlı, güdük, domuz suratlı bir herifin doğruca beni hedef aldığını görüyorum konuşurken. “Aklına bile getirme!”
“Neyi?” diye soruyorum şüpheyle. Düşmanca ifadeyi üstüne alır almaz öfkeye boğulan yüzümün kırmızıya çaldığını algılayabiliyorum.
“Cezalı o,” diyor iki metre kadar yakınımdaki başörtülü teyze sinirden öksürüğe boğularak.
Duyuyorum o sırada. Tatlı bir melodi süzülüyor, yerdeki kadının sinire tutulmuş, birbirine çarpıp tıkırdayan dişlerinin arasından. Daha çok, bir kemanı andırıyor. Hızla akıp gidiyor notaların arasında bir şeylerden kaçmak istermiş gibi…
“Ağlıyor o,” diyorum domuz suratlı adama dönerek. “Bir derdi olmalı.”
Her yandan sinir içinde bağırmaya girişiyor halk. Korkuyu melodiye dökmekle görevli bir opera korosu geliyor aklıma. Çevrem kin ve öfkeyle sarılıyor ansızın.
“Orada kalacak o,” laflarını tükürürcesine söylüyor bir yaşlı. Bastonunu güçsüz elinde zorlukla kaldırırken her yanı zangırdıyor. “Adi orospu!”
“Özür dileyecek önce,” diye bağırıyor küçük bir kız çocuğu, cırtlak sesiyle.
Üflemeli çalgılar kemanın arkasında tehditkâr bir tonda yükseliyor.
“Anlamıyorsunuz,” diyorum ben ve bir başkasının ağzından konuştuğumu algılıyorum aynı anda. “Duymayı bilmiyorsunuz. Dinlemiyorsunuz!”
Sevmeyi bilmiyorsunuz, lafı beynime oturuyor ama konuşamıyorum daha fazla. Çevremi saran güruhun iyice yaklaştığını görüyorum. Nefretle bakıyorlar yüzüme. Susuyor kadın birden. İnsanlar da önce bir sendeleyip sonra kafaları karışmışçasına bir tereddütle beni izlemeye devam ediyorlar. Yumuşacık bir ıslık doğuyor o anda arkamdan. Tatlı, folklorik bir melodi... Yumuşuyor günün sert konturları. Herkes dönüp yürümeye başlıyor birden. Bizi daha önce hiç görmemişler gibi... Bazıları şakayla sırtına vuruyor yanındakilerin. Esnaflar içeri girmek üzere dükkanlarına dönüyor. Ve o sırada iniyor koca el yukarıdan. Kadını alıp yerine bir orangutan koyup çekiliveriyor.
Beni kendine çevirip bakıyor sonra. Ardından tekrar yerime koyup gömleğimi düzelttikten sonra bulutların arasına gömülüp yok oluyor.
Ağlıyor orangutan, duvara sağ omzunu yerleştirmiş, iki büklüm dövünerek…

Zamansız Adamın Anıları - Tümü İçin.

Göz



Vladimir Kush

İçine Ne Taşırsan O...

Yalnızlığın
içine ne taşırsan, o büyür yalnızlıkta
-içindeki hayvan da işte
böyle...
Bu yüzden, birçoklarına tavsiye edilmemelidir yalnızlık.

Nietsche

Flying Circus


Efsane komedi grubu The Monty Python Flying Circus Yaratım-Oyuncu Kadrosu, 1970. Arka sıra: Graham Chapman, Eric Idle, Terry Gilliam Ön sıra: Terry Jones, John Cleese, Michael Palin

Mezarlık Duvarına Anlamlı Bir Yazı

Buradan Geçip de El Fatiha Okumayan O. Çocuğudur!

20 Eylül 2010 Pazartesi

Çift



Dennis Hopper - Double Standard

Yapıt Mülkiyeti Anlayışına Karşı Duruş

Ölmüş bir sanatçının yapıtı üstünde yapılacak düzeltme, yorum, yeniden yapım, karakterlerin başka hikayelerde kullanımı, hikayenin modernize edilmesi gibi her türlü müdahaleye karşıyım. Eser sahibinin asla izin vermeyeceği bu gibi şarlatanlıklara aile fertlerinin onay hakkı olamaz. Eserin bütünlüğünün koruma duvarını yetmiş yılla sınırlandırmak da kimsenin harcı değildir. Kapitalist sistemin, yeniden üretme, dönüştürme, hikayeyi ucuzlatarak büyük kitlelerle buluşturma gibi kemikleşmiş zayıflıklarına bütün sanatçılar tüm güçleriyle karşı durmalı, sanatçılar ise büyük yapıtların gölgesine sığınmaktansa, sadece kendilerinin sorumlu olacağı yeni hikayelerin peşine düşmeli.

Zihinsel ürünlerin mülkiyet hakkı yoktur

... ben bir sanat yapıtının mirasına da karşıyım. Bir sanatçının çocukları tabi ki reşit olana kadar anne veya babasının eserlerinin haklarına sahip olmalı, ama kendi ayakları üzerinde durabilecek yaşa geldikten sonra niye telif haklarının onlarda kalmaya devam ettiğini anlayamıyorum...

Jean Luc Godard

Kazuo Ishiguro – Avunamayanlar


Ünlü bir piyanist, konser vermek üzere bir orta Avrupa şehrine gelip oteldeki odasına yerleştiği andan itibaren beklenmedik bir şekilde kentin sayısız sorunu da birden omuzlarına yükleniverir. Üstelik bunlar aynı zamanda kendisini de yakından, üstelik oldukça yakından ilgilendiren, ailevi de sayılabilecek sorunlardır. Her yandan üstüne akan ilginç ricalardan zaman bulup konser salonunu denetleme, vakıf toplantılarına katılma, gazetecilerle görüşme gibi günlük rutin sorumluluklarını yerine getirmeye çalışır ama asla başarılı olamazken, geçmişinden fırlayan tiplerin yoğun baskısıyla afallar. Her şey sanki onu geçmişiyle ve kişiliğiyle yüzleştiren bir labirentin yapıtaşları olarak kurgulanmıştır. İçine girdiği daracık yollarda kariyerinin temel aktörlerinin önüne koyduğu seçeneklere karşı duramaması, onu hayatına anlam katabilecek sıcak birlikteliklerden, yaşamsal ögelerden her an biraz daha uzaklaştırır...
Avunamayanlar büyük bir roman. Kafkaesk, grift bir yapıya sahip. Kurgu da konunun içeriğine uygun bir şekilde anlamsız bir labirentin içine çekiyor okuru. Absürd olaylar zinciri birleşip anlamlı bir bütün oluşturuyor. Komedi, saçmalık ve hüzün ortaya çıkmak için an kollarken, okurun, kendi yaşamını eleştirel bir gözle irdeleyebileceği melankolik bir iskeleti de binanın çevresine çaktırmadan inşa ediyor. Japon asıllı İngiliz yazar Kazuo Ishiguro’nun 1995’te yazdığı ve Cheltenham Edebiyat Ödülü’nü aldığı bu dördüncü eserinde sadece usta işi bir edebiyat değil, okurunu yaşama sanatının varoluşsal sorunlarıyla yüzleştiren etkili bir felsefi metin de edebiyat severleri bekiyor.

Tarihe Tanıklık

İlk taşı 19 Mart 1882'de konulan Sagrada Familia'ın 1915'deki görüntüsü...

Antoni Gaudí (1852–1926),

17 Eylül 2010 Cuma

Dost ile şarap

Dost ile içilen şarap helaldir, puşt ile içilen su bile haram.

Ömer Hayyam

Tarihe Tanıklık

Büyük Oklahoma Yerleşimci Yarışı. Önce giden verimli toprağı kapar. Üstünde yaşayan yerlilere aldırmayın. Vaatler Ülkesi böyle ayrıntılara takılmaz...
22 Nisan 1889

John Steuart Curry


Kalkış Saatini Beklerken


Ve Yarış Başladı...

14 Eylül 2010 Salı

Zamansız Adamın Anıları


Metroda ışıklar gidip geliyor cızırdayarak. Bir gariplik var! Önümde oturan adamla üç koltuk yanındaki kadının yer değiştirdiğine yemin edebilirim. Bacak bacak üstüne atarken bir an donu görünüyor. Teninin beyazlığı çarpıyor yüzüme. Kızıl saçlarına doğru kalkıyor gözlerim. Camdan dışarı bakıyor o. Yüzünde karmakarışık duygular oynaşıyor sanki. Her an ağlayacakmış gibi görünüyor... Karanlığa batıyor yine vagon. Benim gözkapaklarım da kapanıp açılıyor aynı anda ve orada bir başkasının oturduğunu görüyorum şimdi. Hatırladığım herkesin yerinin değiştiğinden eminim hatta. Yerimde doğrulup neler olduğunu anlamaya çalışıyorum. Az önce sol çaprazımda oturan iki delikanlı şimdi ayakta duruyorlar. Birden, garip bir hisle irkilip yanıma dönüyorum. Orada, gülerek bana bakıyor kızıl saçlı kadın. Boynundan süzülen şeftali kokusunu içime çekerken ben de gülmeye çalışıyorum.
“Çok yalnızım,” diyor o.
Erkekliğimin ayağa dikildiğini hissedebiliyorum.
“Ben de.”
Işıklar sönüp tekrar geliyor bir sarsıntıyla.
Sağ çaprazda, biraz uzakta, uzun boylu yakışıklı bir adamın omzuna başını dayamış, elleri kenetli, ciddi bir yüzle bana bakıyor kadın…
....

Sabah olmalı. Saatlerdir buradayım. Aynı yerde! Soluk almayı unutmuş birisi için iyi dayandığım aşikâr... Horozlar deliler gibi ötüyor uzun bir süredir. Güneş yükselmeyi reddediyor Boğaz’ın karşı yakasından. Ne yapacağımı bilemez halde ayaklarımın hemen önünden denize kadar uzanan derin çukura bakmayı sürdürüyorum. Evim yok! Apartmanım yok! Beş katlı iki binanın arasındaki boşluk vücuduma sıkıca sarılmış sanki, dönüp gidemiyorum bir türlü. Sabah ezanı başlıyor birden. Çiğe batmış ceketimin içinde büzüşmüş, ellerimi ovuştururken bir ses duyuyorum. Oflayıp puflayarak bir yerlere tırmanmayı taklit ediyor olmalı birisi. Taşların kayışı, üç dört saniye sonra zemine çarpıp yuvarlanmaları da ulaşıyor kulaklarıma. Bir el konuyor o anda önüme. Cevat amcanın kafası çıkıyor çukurun içinden. Bana bakıyor endişeli. Aşırı yorgun görünüyor. Geriye çekiliyorum saygıyla. Çıkıp doğruluyor çok geçmeden. Yüzlerce soru hücum ediyor dilimin ucuna ama orada olmam uygunsuz bir şeymiş gibi şaşkınca ve biraz da sinir içinde söylendiğini fark edip, bakakalmaktan başka bir şey yapamıyorum. Ne gülüyor ne bir selam veriyor. Üstüne yapışmış toprakları temizliyor düşünceli bir şekilde…
“Apartmanımıza nooldu Cevat amca?” Orada geçirdiğim saatlerden ötürü olmalı, stresli ya da hayretle dolu çıkmıyor sesim. Sadece soruyorum.
Hiç beklemediğim bir şekilde, anlamamış gibi bakmaya devam ediyor o, yüzüme. “Sabah namazına gidiyorum evladım,” dedikten hemen sonra da hızla yola düşüyor.
Yetişmeye çalışıyorum. “Cevat amca, tanımadın mı beni?”
“Çok geç kaldım,” diyor nefes nefese. “Başlayacak.”
“Apartmanımız?”
Anlamsız bir şeyler sayıklayarak telaşla uzaklaşıyor. Aramızdaki mesafeyi korumak neredeyse imkânsız. Tam yakasına yapışmak üzere uzanmışken yerime mıhlanıp eskiden caminin yükseldiği geniş alana dikiyorum gözlerimi. Oradaki derin meteor çukurunun başına gelince, ters dönüp ayaklarını sallandırıyor ve yok oluyor bir çabuk Cevat amca. Son bir bakış. Başını sallıyor, onu izlediğime gerçekten kızgın. Ve çekiliveriyor bir köstebek gibi içeriye.
Çukurun yanına bırakılmış ayakkabıların arasından geçip denize doğru yürüyorum ben az sonra…

Zamansız Adamın Anıları kendine ait blogda devam ediyor...

Alfred Kubin







Alfred Leopold Isidor Kubin (April 10, 1877 – August 20, 1959) Avusturyalı Ekspresyonist İllüstratör

12 Eylül 2010 Pazar

Gününü Bekleyin

Aydınların hatası, çaktırmadan halkı izleyip mızıldanmalarının boyutuna göre harekete geçmeyi bekleyecekleri yerde hevesle en önde yürümeye davranmalarıdır...

Seçimler

Seçimler, dünyanın en geniş katılımlı şans oyunlarıdır...

6 Eylül 2010 Pazartesi

Geçmişin Kamera Arkası


Star Wars Kadrosu Toplu Fotoğraf Çekiminde


Tony Curtis Jack Lemmon'u Eiffel'e Çıkmaya İkna Etmeye Çalışıyor


Woody Allen ve Diane Keaton Mutlu Günlerinde


Kurt Vonnegut ve Tom Wolf Kitapların da Hayat Kurtarabileceği Mesajını Vermeye Çalışıyor


Stanley Kubrick Alt Benliğiyle Mücadele Ediyor


Sean Connery Brigitte Bardot'yu Yakalamış Bırakmaya Niyeti Yok.


Marlon Brando Apocalypse'in Setinde


Tanımsız Nesne


Iggy Pop Halkın Tepesine Çıkmış


John Wayne Atlara Kimin Patron Olduğunu Anlatıyor


Jack Nicholson Motora Hükmederken


Eric Clapton Büyükannesiyle


Francis Ford Coppola Çıldırmanın Eşiğinde


Ernest Hemingway Balık Avında


Christopher Walken Yapımcıları Etkilemeye Çalışıyor


Elizabeth Taylor Cep Kedisiyle


Sophia Loren Elvis'i Şımartıyor


Bukowski Rourke'la Sohbette


Bruce Lee


Beatles Otel Odasında Balık Avlarken