17 Mart 2009 Salı

12 Mart 2009 Perşembe

Kim sussun Kim Dinlesin?

Herkes susacak hükümet dinleyecek!

FossurGama Sunar: Anlık Şeysiler: Hoppalaa!

Beşiktaş tribünleri ayakta. Uğultular kulakları sağır ediyor. Kapalı başlıyor tezahürata. Binlerce ağızdan gökyüzüne yükseliyor o muhteşem ses: “Siyaaah!
Ve karşılık geliyor diğer taraftan: “Saarıııı!”
Anında susuyor herkes. Çıt çıkmıyor stadda. Oyun da duruyor.
Ne kapalı anlayabiliyor bunu, ne de açık bölümde aynı anda aynı hatayı yapan on bin kişi.
Sadece birbirlerine bakınıyorlar aval aval!

FossurGama Sunar: Ortopedik Mortopedik

Ameliyattayız. Doçent Hakan Irak, özenle kestiği yerden kırık diz kapağını ayırmaya çalışıyor. Yardımcısı Sevtap ve hemşire Tülin de bacağı tutup, deriyi kaldırarak yardımcı oluyorlar ona. Kemik pensin ucunda dışarı çıkıyor.
“Lütfen tutar mısınız Sevtap hanım,” diyerek yardımcısına uzatıyor Hakan bey. Ve Sevtap kemiği eline alır almaz da var gücüyle bağırıyor. “Laaadeees!”
“Ay!” diyerek kırık diz kapağını savurup atıyor elinden Sevtap doktor. “Hay Allah yaaa! Vallahi de billahi de unutmuşum. Ha ha ha!”
Kemik duvara çarpıp yerde yuvarlanırken onlar kakara kikiri gülmeye devam ediyorlar.

FossurGama Sunar: Bir Şey!

Belinden üçüncü kez hamle yaptıktan sonra sıkıntıyla suratını buruşturup karısına bakıyor Necati. “Hayatım,” diyor. “Girmiyor. Bir şey var…”
“Aaaa, tüh,” diye elini alnına vuruyor Tülin. “Bugün şey yaptım da, içerde unutmuşum şeyi. Hay Allah! Kafa işte…”

FossurGama Sunar: Yukarıdan Gelen

Kalabalığın akışında durmuş, ağızlarından soluklar saçarak birbirine bakan bir çift var. “Bırak yakamı, bıraak! Yeter artık be!” diye çığlık atıyor kadın. Ve “Ulan, seni yaşatmam lan, öldürürüm lan seni, Allahıma öldürürüm,” diyor adam. Kalabalık haşırt, diye açılıyor iki taraftan da. Elinde ucu açık bir çakı tutuyor adam ve pörtleyen gözlerindeki öfke, ortaya koyduğu tehdidi gerçekleştirmeye oldukça yakın olduğunu gösteriyor.
O sırada, ansızın bir koyun iniyor yanlarına.
Bir koyun!
Meliyor ve çifte bakıyor huzur dolu bir suratla.
Orada, olaya bir şekilde şahit olmuş herkes bakışlarını gökyüzüne kaldırıyor, ardından tekrar koyuna indiriyor ve bu işte çok büyük bir yanlışlık olduğunu düşünüyorlar. Hem de çok!

FossurGama Sunar: Anlık Şeysiler: Fal

Kadınların toplandığı bir salon canlandırın gözünüzde. Yaşlıca bir kadın, elinde bir kahve fincanı, dikkatle bakıp, gördüğü dedikoduları aktarıyor pastaları, çörekleri ağızlarına tıkıştırmış merakla kendisini dinleyen kadınlara. Evet, yanlış duymadınız, geleceği değil, mahalleden dedikoduları!
Ha ha!

Kitap

Yüzyılın Yolsuzluk Oyunu - Aykut Küçükkaya - Cumhuriyet Yayınları

Nacizane.

Bence seçim falan olmasın, hükümet de olmasın, hiçbir konuda hiçbir yetkili olmasın. Bu ülke daha iyi durumda olmazsa bir şey bilmiyorum.

Hadi leen!

Seçim mi? Parti mi? Oy mu? Hizmet mi?
Hadi defolun şurdan be!
Densiz herifler!

Ne demokrasisi...

Taş devrinde demokrasi mi vardı? Eee, şimdi ne diye demokrasi demokrasi diye ötüp duruyor o zaman bu adamlar?

FossurGama Sunar: Kızı Alacak

Aşağıda en az iki yüz kişi toplanmış, var güçleriyle bağırıyorlar. “Bu kızı alacaz başka yolu yok!” Yumruklar havada, sokak hıncahınç dolu. Bazı esnaf kepenklerini indirmiş, çekilmiş ortalıktan
Az sonra bir başka slogan başlıyor. “Büyük Ayten kızını Cemal’e Ver!”
Perdeyi az aralamış bakan adam Peri’nin babası Hasan bey. Salonun kuytularında, ortalıktan yokolmak istercesine büzüşmüş ağlayan karısı Ayten’e dönüp, “Eşşeoğlueşşeğin de ne arkadaşı varmış be,” diyor. “Bir şeyler yapmak lazım hanım. Bu işi bırakacakları yok. Konu komşuya rezil olduk. Versek mi acaba kızı?”
Bir şey demiyor. Gözlerini kapatıp, koltuğa çökerek ağlamaya devam ediyor Ayten hanım…

11 Mart 2009 Çarşamba

Hayali Sohbetler Bürosu – Kafein ve Temiz Hava

Dr Sayko’yla büyükçe bir kafede oturuyoruz. Bizden başka on kişi daha var etrafta. Elliye yakın masa mevcutken nedense yan yana oturmayı tercih etmiş herifçioğulları. Ama kahvelerini yudumluyor ya da birbirleriyle sohbet ediyor değiller. Gözlerini dikmiş mal gibi bize bakıyorlar. Bir süre sorun etmiyoruz ama yavaştan sinir katsayımız yükseliyor. Benim parmaklarım önümdeki masada tımbırtılar çıkarırken, Dr Sayko da dişlerini gıcırdatıyor.
“Ne bakıyor bunlar bize be?” diyor sonra.
“Bana ne soruyosun oğlum!” diyorum. “Onlara sorsana.”
Birden dikiliyor ve hakkaten de soruyor: “Ne bakıyorsunuz lan! Maymun mu oynuyor burda?”
Sesi oldukça tehditkar, belki de heyecan yaptığından çok çıkıyor, duvarlarda yankılanırken masalardaki sakinler telaşla ayağa fırlıyor, bazılarının önündeki kahveler devriliyor ve hepsi kör gözlerini sağa sola çevirip “Ne? Kim?” gibisinden sorular soruyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyorlar.
Yavaşça yerine otururken, “Körmüş abicim bunlar,” diyor Dr Sayko.
“Ben anlamıştım,” diyorum sakince. “Bana numara yapıyorsun zannettiydim.”
Dönüp bana bakıyor bilmiş bir şekilde. “Ben de anlamıştım abicim,” diyor sonra. “Seni işlettim. He he he.”
İkimiz de birbirimize inanmıyoruz. Dönüyoruz ve körlerin sakinleşmiş, yine bize kilitlendiklerini görüyoruz.
“Abicim,” diyor Dr Sayko. “Körsün ve sadece kıçından gördüğün ortaya çıkıyor. Götün açık gezer misin etrafta?”
“Benim aklıma başka bir şey geldi,” diyorum. “Görüyorsun ama her şeyi yanlış görüyorsun. Bu körlük müdür sence? Mesela bir domuzu kedi olarak görüyorsun. Bir kediyi de diş macunu olarak.”
“Çok saçma bu,” diyor Dr Sayko. “Bir geyiği kereste parçası olarak görüyorsan o kereste parçası mı olacak gerçekten? Diğerleri onu yiyecek ve sen yakacaksın ha?”
“Lafımı çarpıtma,” diyorum. “Ben kereste demedim. Domuzdan ve kediden bahsettim.”
“Allahtan körler insanları elleriyle dokunarak tanıyor,” diyor o. “Yalayarak tanısalardı işimiz vardı.”
“Bir kör, bir sağır, bir pepeme ve bir de kötürümün olduğu bir fıkra yapılmalıydı bugüne kadar,” diyorum. “O da bir eksiklik.”
Gözleri kısık bakmaya devam ederken, “Bunlar hayatta bir tek bizi görüyor olmasın abicim,” diyor Dr Sayko.
“Körlerin de görebildiği birisi olmak gerçekten hoş olurdu diyorum.”
El sallıyorum ve tüm körler aynı anda dönüp birbirlerine ve önlerindeki masaya falan bakıyor. Sanki telaş yapmışlar gibi. Sonra yavaş yavaş bize çeviriyorlar yine açık yeşile çalan anlamsız gözlerini.
Dr Sayko da el sallıyor hemen ardından ama beklediğimiz tepki gerçekleşmiyor ve işin doğrusu ben hafif yatışıyorum. Aralarından sadece birisi yere tükürüyor, tekrar gözlerini bize dikmeden önce.
“Hadi Catan oynayalım,” diyor Dr.
“Şimdi mi?” diyorum sanki başka bir işim varmış gibi.
“Evet,” diyor o ve bu cevabı beklediğimi saklamadan hemen çantama uzanıyorum. Bilgisayarları ortaya çıkarıp internete bağlanıyoruz. İki dakika içinde siteye dalıp oyunu açmışız bile. Sonrasında ise büyük bir suskunluk başlıyor. Kurduğumuz köylerin çevresindeki alanlara ait sayılar, atılan zarlara denk gelince, odun, saman, koyun, taş falan toplayıp ne bileyim, şehir yol gibi şeyler yapıp puan toplamaya başlıyoruz. Ağzımızdan zara ettiğimiz küfürlerden başka bir şey çıkmıyor. Kahve gittikçe kalabalıklaşıyor. Garsonlar ellerinde kahveler, çaylar fıldır fıldır koşturuyorlar oradan oraya. Camlardan giren ışık, dışarıda havanın kapattığını, yağmurun başlamak üzere olduğunu gösteriyor. 6 atılıyor ve o bölümü iki şehir ve bir köyle çevirdiğim için beş adet koyun bekliyorum haliyle. Ama Dr Sayko altısından üç tuğlasını alırken bana koyun falan vermiyor yazılım.
“Atsana abicim zarı,” diyor Dr Sayko. “Sıra sende.”
“Vermedi oğlum koyunlarımı,” diye sinir içinde çıkışıyorum. “Bekle biraz.”
“Nasıl vermez ya!” diye uzanıp pencereme bakıyor.
“Al işte, vermiş mi?” diyorum yüzüm buruşuk.
Biraz bekleyip “Eee, naapçaz yani?” diye soruyor o. “Kapatçaz mı oyunu?”
“Hay sikiyim yaa,” diye kafamı sallıyorum. “Hep beni mi bulacak böyle salaklıklar!” Basıyorum zara ve bir altı daha geliyor. Gözlerim kısık, dudaklarım gerilmiş, beklenti içinde bakıyorum ama Dr Sayko’ya tuğlaların aktığını duyarken benim ekranımda bir hareket hasıl olmuyor. “Başlıycam şimdi ama haa!” diye bir tokat atıyorum masaya.
Körler telaşlanıyor. Garson ona mı söylüyorum diye benden tarafa bakıyor.
“Harbiden garip,” diyor merak içinde laptopuma uzanmış Sayko. “İlk defa oluyor böyle bir şey.”
“Kapatalım koçum,” diyorum. “Ne oynıycam ya. On koyunum heba oldu. Koyun limanım da var. Neler neler yapardım ben onlarla.”
“Haklısın abicim,” diyor Dr Sayko. “Ne diyim de, biraz bekleyelim istersen, belki takılmıştır bir şeyler.”
Kafamı sallıyorum sinir içinde ve bekliyoruz… Ama üç dakika geçtiği ve yazılım ilgili kişiyi oyundan atmak ister misiniz diye sorduğu halde değişen bir şey olmuyor.
“Aslında bilgisayarlar akıllanmaya başladı da bazı insanlara gıcık falan mı oluyorlar acaba,” diyorum.
“Abicim başlama yine, senin neyine gıcık olacaklar ki?” diyor Dr Sayko. “Tipine mi?”
“Bilmem. Belki şu laptop Aslı’ya aşık olmuştur ve beni kıskanıyordur.”
“Yani ruh girmiştir diyorsun içine.”
“Yoo, üretici firmada bir ibne akıllı yazılım geliştirmiş olamaz mı? Benim gibi bir iki deneğe vermişlerdir, sonuçları test ediyorlardır mesela.”
Telaşlanıyor körler birden. Hepsi ayağa kalkıp bir köşede toplaşıyor ve korkuyla kafenin girişine bakarak havayı kokluyorlar.
“Nooldu bunlara be?” diye soruyor Dr Sayko.
“Kendilerine sor istersen,” diyorum ben.
“Kıllandım abicim,” diyor Dr. “Deprem falan mı olacak?”
“Körlerin öyle hisleri olduğunu nereden çıkarıyorsun kardeşim?” diyorum.
“Niye olmasın? Sağırların var.”
“Neymiş o?”
“Müzikteki ritmi hissediyorlar işte.”
İkimiz aynı anda dönüyoruz kapıya ve ağzımız da aynı anda sarkıyor aşağıya.
Bir çoban, sürüyle koyunu sürerek geliyor. Garsonlar yana çekilirken, kızlar iskemlelerinde dikilmiş gülerek bakıyorlar.
“Bu ne şimdi?” diyor Dr Sayko.
“Bilmem,” diye cevap verirken kafamda yüzlerce soru dolaşıyor. Fakat daha bir sonuca varamadan adam yanımızda bitip, elindeki kağıdı burnuna yapıştırarak bir şeyler okuyor ve soruyor ardından. “Çağan bey?” Hemen akabinde bana baktığı için de cevap vermem gerekiyor. “Evet!”
“Kusura bakmayın,” diyor çoban. “Sürü otlağa çıkmıştı da anca toplayıp gelebildik. Şurayı imzalar mısınız?”
“Anlamıyorum,” diyorum, yaklaşıp kağıda bir göz atarak. “Nooluyo yaa? Bu koyunlar da ne?”
“Altıdan koyun geldi size,” diyor çoban benden daha fazla şaşalayarak. “Kapılar da açılmıştı. Biz de teslimatı gerçekleştiriyoruz.”
“Bu bir kamera şakası değil mi?” diyor Dr Sayko, duvarlara ve tavana bakınarak.
“Kamera şakası mı?” Yüzünde bön bir ifadeyle anlamaya çalışıyor çoban. “Lütfen,” diyor sonra. “Biraz acelem var. Buradan da bir partiyi almam gerekiyormuş.” Körlere bakıyor, durdukları yerde biraz daha sıkışmalarına yol açarak.
“Al bakalım abicim,” diyor Dr Sayko, yüzünde alaycı bir gülüşle. “Noolacak görelim. Kamera şakası ha! Ben de bunları dava etmezsem Dr Sayko demesinler bana. ”
“Demek kör değildi bu ibneler,” diyorum ben de aynı tarz bir sırıtışla. “Ekipten bunlar kesin. Baksana nasıl da rol kesiyorlar.”
“Efendim, lütfen,” diyor çoban.
İmzalıyorum kağıdı. Çoban koyunların ipini elime tutuşturup köşeye seğirtiyor hemen. Elindeki değneği sırtlarına indire indire, bağrışan, inleyen körleri sürüp götürüyor kahvenin dışına ve ne mekanın sahibi ne de garsonlar bir şey diyor buna. Yerlerimize oturuyoruz gözümüz hâlâ kapıda. Önümüz arkamız, sağımız solumuz melemelerle doluyor. O sırada başka bir ses de karışıyor aralarına. Çıngır çıngır çıngır, diye iniyor koyunlar bilgisayarıma.
“Aaa, geldi lan koyunlar,” diyorum.
“Aaa, harbiden lan,” diyor Dr Sayko. “Kağıdı imzalamanı bekledi demek asobrain.”
“Çok organize bir şaka bu. Büyük oynuyorlar doktor. Kesin büyük bir kanalda yayınlanacak.”
“Kamera yokken ne varmış?” diyor Dr Sayko. “Gölge oyunu şakası mı yapıyorlarmış?”
“Kamera şakası yapanlara kamera şakası yapan bir ekip kurmak lazım,” diyorum. “Kumpasa aldıkları adamların hepsinin kalpten gittiğini düşünsene bir bir.”
“Ben şeyi anlamıyorum,” diyor Sayko. “Bir tip şaka yapılırken delirip etraftaki herkesi vuruyor mesela. Şakayı yapanlar değil midir suçlu? Onlar adama ilişmese, o kafede oturup güzel güzel kahvesini içecek ama bu yavşaklar gelip çomağı sokuyorlar. Yanlış mıyım?”
Melemeye devam ediyor koyunlar biz konuşurken. Bir tanesi tos vuruyor sandalyeme. Garson da o anda bitiyor tepemizde. “Abicim, müşteriler rahatsız oluyor, koyunlarınızı alıp…”
“Bizim koyunlarımız değil onlar,” diyor Dr Sayko. “Şaka yapıldı muhtemelen.”
“Neyse ne,” diyor garson. “Dışarıya çıkartırsanız çok seviniriz. Lütfen.”
“Kardeşim, biz niye çıkarıyoruz,” diyorum ben de. “Bir herif geldi, koyunları yanımıza bıraktı diye onlardan mesul değiliz ki! Siz çıkarın. İşimiz gücümüz var bizim.”
“Beyefendi, kağıdı imzaladığınızı gördük,” diyor garson efendiliğini bozmadan. “Lütfen dışarı çıkaralım onları. Otlağa salın, yine gelin buraya.”
“Ne otlağı bilader, kafayı mı yedin sen,” diyor Dr Sayko. “Taksim’de otlak ne arasın?”
“Götürün mutfağa pişirin işte,” diyorum ben aksi. “Hem siz kazançlı çıkın hem biz.”
Kafenin sahibi de geliyor kırıtarak. “Beyler, anlayışlı olacağınızı umuyoruz,” diyor hoş bir gülüşle. “Buraya köpek bile almıyoruz. Değiş tokuşlar dışarıda yapılıyor.”
“Bunların hepsi delirmiş abicim,” diyor Dr Sayko. “Hadi çıkalım.”
“Ne yani,” diyorum şüphe içinde. “Kamera şakasını sürdürmelerine izin mi vericez?”
“Kamera mı?” diyerek hayretle duvarlara bakıyor kafenin sahibi ve garson.
“Artistik yapmayın be!” diye bağırıyorum elimin tersini sallayarak. “Siz de bu işin içindesiniz, enayi mi sandınız bizi!”
“Boşver abicim. Ne olcaksa olsun,” diyor Dr Sayko. “Hadi gel.”
“Yine bekleriz efendim, bu seferlik de böyle olsun, siz de biraz anlayış gösterin,” diyor kafenin sahibi kendini hafif toplayarak. “Celal, yardım et yavrum abilere.”
Koyunlar çevremizi sarıyor. Sanki bizi tanıyorlar.
“Püürs,” diyor Dr Sayko, laptopunu çantasına tıkıştırmaya çalışırken. “Hay anasını, çekilsenize len.”
“Ben de bu koyunların hepsini pişirtmezsem bugün,” diyorum ben de üstümü başımı giyinirken. “Nasıl olsa kağıt imzaladılar. Al babayı geri alırlar.” Bir tekme patlatıyorum kıçımı tosup duran benekliye. “Siktir git lan eşşeoğlueşşek!” Kafasını eğiyor hemen.
“Hadi abicim hadi,” diyor Dr Sayko iplerini eline dolayıp ilerlerken. Bana tos atamadan yürümek zorunda kalıyor yavşak koç.
Hep beraber, gülüşüp duran kafe sakinlerinin alaycı bakışları eşliğinde dışarı çıkıyoruz. Beş adım anca atıp duruyor ve dumur olmuş bir şekilde çevremize bakıyoruz. Güneş ufka doğru alçalırken ve bir rüzgar sararmış otları denize doğru yatırırken bir yamaçta durmuş, karaya hıncı varmışçasına kabarmış dalga dalga gelen denize bakıyoruz.
“Nerdeyiz lan?” diye korkuyla bağırıp arkasına dönüyor Dr Sayko ve bir çığlık daha patlatıyor. Ben de aynısını yapıyorum, kafamı çevirip kafenin ortadan yokolduğunu görünce. Bir şey diyemiyor, aval aval izliyorum Dr Sayko’nun delirmiş gibi yamaçtan aşağı koşuşunu. Koyunlar neşeyle çevreye dağılıp otlamaya girişiyorlar. Belki tekrar görünür diye bir süre kafenin durması gerektiği yeri kestikten sonra ben de iniyorum Sayko’nun yanına. Yar aşağıdaki kayalara doğru dimdik iniyor. Temiz hava ciğerlerime doldukça bayılacak gibi oluyorum. Saçlarımız uçuşurken birbirimize bakıyoruz sonunda.
“Bu da mı şaka acaba?” diyor Dr Sayko söylediğine kendisi de inanmazken.
Şaaak, diye bir tokat atıyorum ona. Bir an sallanıp gözlerini kırpıştırıyor. “Niye vurdun be?” diyor ardından.
“Rüya mı diye şeyettim,” diyorum ve o da bana vuracakken geriye kaçıyorum. “Ne var oğlum!”
“Rüya testi çimdikleyerek yapılır,” diyor büyük bir öfkeyle.
“Tamam oğlum,” diye sallıyorum başımı. “Şaşırmışım, büyütme.”
Dönüp yine denize bakıyor. Konuşacak gibi oluyor ama sıkıntılı bir yutkunmayla içine atıyor kafasındakileri.
“Naapıcaz şimdi ya!” diyorum sıkıntıyla.
O an bana dönüyor Dr Sayko birden. Gözlerindeki delice ışıltıya anlam vermeye çalışırken konuşuyor: “Anlamıyor musun abicim,” diyor şevkle. “Tanrı sonunda istediğimizi verdi işte. Büyük bir armağan bu.”
“Nasıl yani?”
“Nasıl mı? Şaka ediyor olmalısın abicim. Asos masos diye konuşup duruyorduk, işte, al sana Asos!” Koşturup dört bir yanımızı çevreleyen otlakları işaret ediyor kolunu savurarak. “Altımızda deniz, yukarımızda çayırlar. Her yan taş. Kulemizi de yaparız. Koyunlarımız da var artık. Bundan büyük armağan mı olur? Tanrı, yeni bir yaşam kurmamız için gönderdi bizi buraya.”
Dudaklarım büzüşüyor. Kalbim bir garip atıyor.
O çılgın bir mucit gibi bir oraya bir buraya atıyor kendini ve eliyle her seferinde bir başka yeri işaret ediyor: “İşte, şuraya da ahırı koyduk mu… Evet. Bak. Evi şu yükseltiye çıkıcaz, en güzeli bu. Şu arka tarafı da ekip biçtik mi, ohooo…”
Yaşlar gözlerimden oluk oluk iniyor aşağıya. Üstüme çullanan duygu seliyle başedemiyorum. “Öyle mi diyorsun gerçekten,” lafları zar zor çıkıyor ağzımdan.
“Öyle tabi!” diye bağırıyor Dr Sayko.
Durup göğsümüz körük gibi inip çıkarken ve huşu içinde ufka kilitlenmişken soruyorum: “Torpido Kafa’yla karım noolacak?”
“Söyledi ya çoban,” diyor kendinden emin. “Kapılar açılıyormuş. O zaman alırız onları. Gamlı’yla Hulk’u da… Biz girmeyiz içeri ama. Bir not göndeririz olur biter. Bi de bu cennetten olmayalım sonra. Yanlış mıyım abicim?”
Otlayan koyunlara bakarken kafamı sallıyorum düşünceli. “Sonunda be,” diyorum. “En sonunda bizi de gördü Tanrı.” O sırada gözüm çeliniyor. Kımıldayan bir şeyler var aşağı tarafta. Başımı hızla çevirip bakıyorum ve birilerinin ileride, deniz kıyısında bize doğru koşturduğunu farkediyorum.
“Birileri var orada,” diyorum ne olduğunu anlamaya çalışırken.
“Köy falan da var demek yakında,” diyor Dr Sayko, az önce söylediklerini destekleyen bir şeyler bulmanın keyfiyle. “Ohoo. Hayat çok kolay o zaman burda be. Ha ha ha.”
“En az on kişiler, anırırcasına bağırıyorlar koştururken,” diyorum keşfettiğim her detayı paylaşarak. “Ellerinde kılıçlar da var. Bizi işaret ediyorlar gibi geldi bana…”
“Üstlerindeki kıyafetler de bir garip,” diyor Dr Sayko. “Savaşçı gibi. Film falan çekiliyor galiba bir yerlerde.”
“Eski çağlarda, savaşçı giysilerinin tanıtımı için defile yapılıyor muydu acaba?” diye soruyorum.
Herifler korkutucu çığlıklar atarak bayırı tırmanıyorlar. Koyunlar tırsıp yavaştan uzaklaşıyor bölgeden.
“İnsanlar birilerini korkutmak için niye bağırırlar ki?” diyor Dr Sayko. “Yanlarında kırmızı bir şey taşıyıp, kızdıklarında sallasalar, boğazlarına da zarar vermemiş olurlardı.”
“Kaçsak mı acaba?” diyorum hafif kuşkulu.
“Bilmem ki?” diyor Dr Sayko.
Adamlar bayırın yukarısına tırmanıp böğürerek bize baktıklarında, zaten farketmeden yirmi otuz metre gerilediğimizi anlıyoruz ve o korkunç yüzleri görünce de artık düşünecek bir şey kalmıyor. Topuklarımız kıçımıza vurarak koşturmaya başlıyoruz.
“Kafe ne taraftaydı be?” diye soruyor Dr Sayko.
“Iııh ııh, ıhı,” diye ilerlemeye gayret ederken cevap vermeye çalışıyorum. “Ne bileyim oğlum.”
“Kamera şakası devam ediyor herhalde,” diyor o. “Anlamalıydık.”
“Evet, çok büyük organizasyon bu.”
“Hay sikiyim, kesildim.”
“Sigara içmenin zararları,” demeye çalışıyor ama nefesim kesildiği için beceremiyorum.
Ayaklarıma bir şeylerin dolandığını hissediyor ve yeri boyluyorum o anda. Ellerimi koysam da kütürk diye koyuyor kafam çimen kaplı toprağa. “Aaah,” diye bağırıp yuvarlanırken Dr Sayko’nun da mal gibi düştüğünü görüyorum. Üç toplu ip canımıza okuyan. Heriflerin bizi çevrelemesi uzun sürmüyor. İki metreye yakın vücutları bir hayli kıllı. Pazuları mütevazi kum torbalarını andırıyor. Dişleri sivri. İğrenç bir şekilde gülüyorlar.
“Ağbicim, tamam, yeter artık, bu ne biçim kamera şakası. Kalpten gidersek ne olacak?” diye bağrınıyor Dr Sayko.
Ben sadece ağlıyorum sinirden. Aralarından bir tanesi bir tekme atıyor kafama ve aklım şaşıp gülüyorum bu sefer.
Kaşlarından kolaylıkla yün kazak örülecek bir tanesi Dr Sayko’yu boynundan kavrayıp bir kedi yavrusu gibi havaya kaldırıyor. Elinde yükseliyor bir balta.
Fosur posur foşş, diye sesler geliyor vücutlarımızdan. Alttan üstten dolduruyoruz ama burunlarını bile kapatmaya tenezzül etmiyor zebaniler.
Balta ulaşabileceği en yüksek noktaya varıp parlıyor.
"Ağbiler, bokunuzu yiyim yaa. Naaptık biz size?” diyor Dr Sayko kamera şakası varsayımından sonunda vazgeçerek.
“Yaa yaaa, nooluyo yaaa,” diye salya sümük heriflere bakınıyorum ben.
Ve o sırada bir ses havayı kaplayıp sanki zamanı durduruveriyor.
“Siktirin gidin lan şurdan, hooşt, Allahsız herifler siziii!”
Adam bırakınca Dr Sayko göt üstü oturuyor yere ve ikimiz de köprüaltı çocuklarının şişmiş gözleriyle sesin kimden çıktığını anlamaya çalışıyoruz.
“Uleeen! Kime diyom, ananızı avradınızı sikecem şimdi haa, yürüyün laaan!”
Cemal bu! Garson Cemal! Gülmeye çalışıyorum. Çamura bulanmış yüzümde, dişlerim aradan fırlıyor mu bilmiyorum.
“Garson!” diyor Dr Sayko sayıklar gibi.
Cemal de yıldırım gibi iniyor bu arada bayırdan aşağı. Elinde bir değnek var. Tekme tokat, değnek, tükürük, Allah ne verdiyse girişerek dalıyor vahşilerin arasına ve onlar daha önceden de bu yağız delikanlıyı tanıdıklarını çığlıklarıyla belli ederek kaçmaya girişiyorlar. İki dakika geçmeden hepsi bayırdan aşağı inip toz oluyor. Cemal geri dönüp tepemizde duruyor.
“Ağbiler, atkıyı unutmuşsunuz da ondan geldim. Bu herifler rahatsız etti sizi galiba,” diyor içler acısı halimizi görmezden gelircesine. “Yeni peydahlandılar Catan’da. Eskiden sessiz sakin bir yerdi burası.”
Bakıyoruz ikimiz de.
“Bu atkı bizim değil,” diyor Dr Sayko.
Kafamı sallıyorum evet anlamında. “Hı hı, bizim değil atkı.”
Cemal’in arkasından tıpış tıpış yürüyüp kafeye geri dönerken çoban on köstebeği sürerek gelip önümüzde duruyor. “Alıcıları bulamadım. Gittiler galiba. Yarına kadar kafede bekleseler olur mu bunlar Cemalim?” diye soruyor garsona.
“Naapalım, gelsinler madem,” diyor Cemal. Sonra havaya bakıyor. “Kapılar kapanacak az sonra,” diyor yüzünü buruşturarak.
İçeri giriyoruz hep beraber. Köstebekler körlere dönüşürken biz de lavabonun yolunu tutuyoruz üstümüzü başımızı temizlemek üzere…
Nasıl yapacaksak!