22 Ocak 2009 Perşembe

Fossurgayan Diyaloglar

“Yüzbaşım yüzbaşım, dışarda 300 kişi toplanmış, sizi soruyorlar.”
“O tabur salak, içtimaya çıkmışlar, yıkıl karşımdan!”

“Yılan kafesine düşünce hemen elimdeki suyu içmeye başladım ama yine de ısırdı orospu çocuğu.”
“Oğlum o laflara ne inanıyon sen. Kaçacaktın hemen.”

“Bakar mısın küçük, Konur sokağa nasıl gidebiliriz?”
“41°22′11.89 enlemi ve 36°12′13.47 boylamında amcacım.”

“Biliyor musun Ali. Süper güçlerim olsa karımı dövmeyi bırakırdım. Evet, kesinlikle yapardım bunu.”

“Siktirgit Havayolları’nın bu kadar iş yapması beni hakkaten şaşırtıyor.”

“Hayır! Bu konu kapanmıştır. Ulusalcıya asla kız vermem ben!”

“Doktor bey, bu bizim işimiz değil ki, kafatasının içinde sadece bağırsak var hastanın.”
“Doğru, dahiliyeye gönderelim kendisini de, benim merak ettiğim, götünde ne var bu adamın?”

“Oh Ricardo, babamla uğraşmanı istemediğimi biliyorsun. Katlanamam buna. İkinizin arasında kalamam, anla beni.”
“Ulan nerden düştüm bu pembe diziye. Ricardo mikardo, beynimi yedi karılar be!”

21 Ocak 2009 Çarşamba

Kayıp Ülkenin Masalları: Kaderde Sapma

Yere çarpması, parçalara ayrılması gerekirken birden konuverdi oraya Süleyman. Hayretler içinde yerinde dönüp insanlara baktı sonra. Görmemişler miydi onu? Duymamışlar mıydı haykırışını yukarıdan kendini ölüme bırakırken? Kaderde bir sapma yaşanmıştı. Başka bir açıklaması yoktu bunun. Ve bu sapma yüzünden olmaması gereken bir yerde olmaması gerektiği şekilde varolmuştu. Sadece bir çapak. Normal kader yoluna dönüp tıpış tıpış yaşayacaktı normal hayatını şimdi.

20 Ocak 2009 Salı

FossurGama Sunar: Nerede Bu Adam?

Saçı başı dağılmış, telaş içinde odadan fırlayıp sekretere baktı adam.
“Onur bey kayboldu!”
“Nasıl yani?” diye sordu Hülya Selin, elindeki gazeteyi bırakıp. Psikiyatrist Onur Abilik için çalışıyordu dört yıldır ve ruhsal sorunlara sahip insanlarla muhattap olurken laflarını ciddiye alıp telaşlanmak için fazlasıyla sebep olduğunu bilirdi. Hızla yerinden çıkarken, gözlerini pörtletmiş onlara bakan diğer hastalarla yakınlarını paniğe sevketmemek için sesini kısarak ekledi. “Kayboldu ne demek?”
“Bilmiyorum. Galiba bilinçaltımda kayboldu.”
“Saçmalamayın beyefendi,” diyerek hızla odaya yöneldi Hülya Selin. “Buradadır. Onur beey!”
Sesine cevap gelmemesi bir yana oda da boştu. Yine de her tarafı fıldır fıldır taradı. Saldırmış olabilir miydi bu adam doktora?
“İnanmıyor musunuz bana?” diye bağırdı hasta hafif sinirlenerek. “Yok işte. Kayboldu birden. Kafamda duyuyorum çığlıklarını. Bakın bağırıyor! Küfrediyor. Ama ben sokmadım ki onu. Kendisi araştırmak istedi bilinçaltımı.”
Pencereyi açıp aşağıya bakan Hülya Selin eli ayağı boşanmış bir halde dönüp hastaya baktı. Ne düşüneceğini ne yapacağını bilemiyordu şimdi. Karışmıştı birden kafası. Çok saçmaydı bu. Çok saçma! Evet. Çok saçmaydı…

FossurGama Sunar: Hacker

Almanya’dan bir iş için iki günlüğüne gelmişti Taylan. Toplantıları, görüşmeleri bitirdikten sonra lise arkadaşı Mesut’la buluşup yemeğe gittiler, güzelce hoşbeş ettikten sonra ikisi de gece yaşantısından pek hazzetmedikleri için eve döndüler. Evin hanımı Serap’ın getirdiği kahveleri yudumlarlarken Mesut kumandayı eline alıp televizyonu açtı. Bir haber programıydı. Çok önemli bir memleket meselesini tartışmak üzere, bir astrolog, bir türbanlı kadın, bir köşe yazarı, bir de eski milletvekili çıkarmışlardı. Bir süre dinlediler ama işin doğrusu Mesut hiçbir şey anlayamamıştı. Gereksiz bir tartışma dönerken, konuklar ve telefonla canlı yayına bağlananlar alenen saçma sapan konuşuyorlardı.
“Ne bu yaa, olaylara bu kadar sığ mı bakılıyor artık bu ülkede?” diye sordu Mesut’a.
Mesut da sanki bu soruyu bekliyormuş gibi sıkıntıyla döndü cevap vermek üzere ama tam da o sırada bir şeyler oldu.
Taylan olan biteni nasıl tanımlayabileceğini bilmiyordu. Yüreği ağzında, yüzü acıyla buruşmuş izlerken elleri kanapenin kolluğuna geçmişti. Canlı yayında birden bir herif belirmişti. Evet, iri yarı bir herif. Elindeki elektrikli testereyi havaya kaldırıp gülerek ilerlemiş ve önce programın sunucusunu katletmiş, sonra stüdyoda diğer konukları kovalamaya ve yakaladığı yerde de doğramaya devam etmişti. Ekrana kanlar sıçrarken midesi bulanan, eli ayağı kesilen Taylan gözlerini kapattı. Bayılacak gibi olmuştu.
Tam da o anda elini tutup ona sarıldı Mesut.
“Yok bir şey oğlum,” dedi. “Sakin ol.”
“Nasıl yok yaa, görmüyor musun? Bu ne!” diye bağırdı Taylan.
“Abicim,” dedi Mesut. “Yeni bir hacker türedi. Televizyon virüsü bulmuş pezevenk. Programları böyle piç ediyor.”
“Ya konuklar? Hepsi öldü!”
“Yok be yaa, sadece televizyon görüntüsünde ölüyorlar. Domuz gibiler, merak etme.”
İçeri giren Serap, “Ay yine mi hacker çıktı?” diye sordu.
“Ama ama,” diyordu hâlâ Taylan. “Canlı yayında nasıl olabilir!!!!!”

17 Ocak 2009 Cumartesi

Sahte Kabadayılar

Protesto öyle parti kurultaylarında cak cuk ötmekle olmuyor, onurlu devletler karakterlerini Venezüella, Bolivya gibi ilişkileri keserek gösteriyor. Bırak ilişkileri kesme cesaretini göstermeyi, parti olarak bir kınama bile yayınlayamayanlara duyurulur.
Bir de bir milyon altı yüz bin Iraklı ölürken BOP'un eşbaşkanlığını yürütenlere...

16 Ocak 2009 Cuma

FossurGayan Diyaloglar

“Arkadaşım. Dönerciler adam çeksin diye havalandırmadan kokuyu dışarı veriyor doğru. Ama senin tuvaletçi olarak bunu yapman hangi anlayışa sığıyor? Yazık değil mi yanındaki dükkanlarda çalışanlara!”
“Olur mu abicim. Kokuyu duyan geliyor işte. Müşterim ikiye katlandı sen hâlâ ne diyosun.”

“Aaa!”
“Nooldu?”
“Nüfus cüzdanınızın sağ alt köşesinde ben var. Biz kardeşiz!”

“Ben yakayım mı sigaranızı, uzun süredir öylece bekliyosunuz.”
“Yok şimdi yıldırım düşecek, zahmet etmeyin.”

“Lütfen beyefendi, ameliyatta sigara içemezsiniz!”
“Genel anestezi yapsaydınız o zaman yavşak. Zaten stres yapmışım, bi de sigara içemeyecekmişim…”

“Pardon, köpekle girmek yasak!”
“Aaa karıma köpek diyor. Gerizekalıya bak! Ben de seni buradan kovdurmazsam...”
“Şey, yanlış anladınız, özür dilerim, kürklü falan, bi de ufak tefek olunca zannettim ki...”

“Sağır dilsizsin diye beni duymazlıktan gelmeye hakkın yok, tamam mı!”

“Noel Baba. O sırtındaki hediyeler var ya.”
“Evet oğlum.”
“Hepsi kıçına girsin!”

“Bunun dinle falan ne ilgisi var kızım? Kot pantalonun üstüne jartiyer giymen saçma bi şey, onu diyorum.”

“Evinizde tilki var.”
“Biliyoruz, kapan kurduk mutfağa, bugün yarın yakalanır.”

FossurGama Sunar: Neyin Peşinde Bu?

Kemal, camın diğer tarafında tıpış tıpış önünden geçen o kediyi görünce yemeğini falan bırakıp ayağa kalkmıştı. Sevgilisi nereye diye sormuş, o da hiç arkasına dönmeden, hemen geliyorum hayatım diyip dışarı atmıştı kendini. Allahtan gördü yine onu. Kuyruğu havada binanın arka tarafına dolaşıyordu işte. Fazla ses çıkarmamaya gayret ederek, ayaklarının ucunda oraya seğirtti Kemal. Başını uzattığında kafasındaki sorular bir anda yere çakılıp binlerce parçaya ayrıldı. Manzara apaçık anlatıyordu her şeyi. Kafasını sağa doğru en az on kere sallayacaktı kedi ve anca ondan sonra yemeye başlayacaktı otu.
Demek karnı ağrıyordu zavallının.
Demek sevmiyordu bitki yemeyi ama hastalığı yüzünden mecburdu.
Ve demek, o yüzden lokantadan aşırıp oraya kadar taşımıştı tuzluğu!

14 Ocak 2009 Çarşamba

13 Ocak 2009 Salı

Özgür Köle

Kimse özgür olduğuna inanan birinden
daha iyi köle olamaz.

Goethe (1749-1832)

Hastalıklı Sağlık

Bu denli hastalıklı bir topluma
iyi eklemlenmiş olmak
sağlıklılığın göstergesi değildir.

Jiddu Krishnamurti

9 Ocak 2009 Cuma

Medya

Bu kadar şarlatan bir yerde oynar mı? Oynuyor işte.
O da bir maharet...

Hayali Sohbetler Bürosu – Cep Telefonları ve Fısıltılar

Dr Sayko’yla kampüsten çıkmış Karaköy’e doğru yürüyoruz. Sokağa kadar inen bulutların içinde gidiyor kafalarımız çoğunlukla. Basınç resmen vücuda gelmiş; arkadan yaklaşıp şakaklarımızı, omuzlarımızı falan sıkıştırıp kaçıyor. Kadınlar deodorantlarını çıkarmış pis havayı kovmaya çalışırken aklıma bir şey geliyor.
“Dünyada niye mavi cilde sahip bir insan yok acaba? Evrimin bu kadar renksiz olması normal bir şey mi sence?”
“Ben de niye sadece bir kafamız ve tek bir beynimiz olduğunu düşünüp dururum,” diyor Dr Sayko. “Yetmeyeceği belli işte.”
“Şey de garip,” diyorum. “Niye erkek kadın ayrımı olsun ki? İnsanlar hem dişi hem erkek olamaz mıydı?”
“Sanki işler karışırdı o zaman biraz,” diyor Sayko garip bir bakışla.
“Yanlış anlama,” diyorum hemen. “Öyle bir şey istediğimden söylemedim yani. Evrimi şaapıyordum, ondan şey oldu.”
Şişko, koca dudaklı bir kadın yaklaşıyor yanımıza. Delice bir gülüş var yüzünde. Selam verecek gibi dursa da öyle yapmıyor. Önce Sayko’ya sarılıp iştahla öpüyor, sonra da benim üstüme atlıyor. Şappırt, diye bir ses çıkıyor o koca dudaklara sıkıca çekilen sağ yanağımdan.
“Merhaba,” diyorum çekinik. Kim olduğunu çıkarmaya çalışıyorum bir yandan. Bir adım geriye çekilmiş dudaklarını yalıyor kadın ve sanki bir sonraki hamlede hangimizi öpeceğini belirlemek istiyormuş gibi bir Sayko’ya bir bana bakıp duruyor. Duymazdan geliyor sorumu.
“Tanıyor musun?” diyor Sayko bana bakarak.
“Yoo,” diyorum ve tam da o anda seçimini yapıyor boyaya batmış süslü şişko. Vücudundan beklenmeyecek bir çeviklikle Dr Sayko’nun üstüne atılıp yapışıyor. Bu sefer hedefi dudaklar. Kaçmaya çalışıyor Dr Sayko. Kadının yüzünü tüm gücüyle ittiriyor ama nafile. Yere yuvarlanıyorlar beraber. Naapacağımı bilemiyorum. Nefes alamadığı belli Doktor’un, burnunu engelleyen şiş yanaklardan. Debeleniyor. Öne hamle yapıp bacağımı son hızla indiriyorum bu tecavüzcü şişkonun tam kıçına ama beklediğim gibi bağırmıyor. Şlop diye ayağım götüne batıyor ve sıkışıp kalıyor orada. “Hassiktir,” diye bağıran ben oluyorum hafif korkmuş olarak ve durmuş bizi izleyen güruhtan yardım isteyeyim mi, diye düşünüyorum. Ama öküz gibi güldüklerini görünce vazgeçiyorum. Bacağımı bir kez daha çekmeye çalışınca götümün üstüne oturuyorum dengemi kaybedip. Dr Sayko daha zavallı durumda. Nefes alamadığı için mosmor ve duyguları rencide olduğu için de ayaklarını kollarını sallayıp duruyor. Uzanıp saçını yakalamaya çalışıyorum kadının, fakat ne zamandır spor yapmadığım için kütükleşmiş vücudum bir türlü esnemiyor. Belki de zor durumda olan ben olmadığım için hafif kaçıyorum eziyete girmekten. Dr, delice bir çabayla kadının her yanına yapışıp çekiştiriyor ve ittirmeye uğraşıyor. Saçları o da akıl ediyor tabi ki. Ama nafile. Zarar vermeden dolaşmaya başlıyor bir süre sonra elleri kadının kafasında. Sanki kaderine boyun eğmişte tecavüzden zevk alıyormuş gibi. Duraklıyor sonra birden. Bir şey arıyor. Evet, yakalıyor. Ve çekiyor.
Pıss, diye bir ses çıkıyor kadının kafasından. Bir çığlık atarak, şak diye yükseliyor Sayko’yu öpmeyi bırakıp. Ayağım hala götünde olduğu için ansızın öne çekiliyor ve yerlerde bir şeye tutunmaya çalışıyorum. Çünkü havayı delicesine bir sesle dışarı verirken bir balon gibi uçup gitmeye çalışıyor kadın. Tıpa mı vardı yani başında? Şişko değil artık. Tutacak bir şey bulamadığım için yükseliyorum. Yarım metre yukarıya kadar çıkıyor kafam. “Anasını, imdaaat!” diye bağırıyorum ve tam da o anda çıkıyor ayağım saplandığı yerden. Ben yere çakılırken kadın da sönerek Fındıklı sırtlarına doğru uçup gidiyor.
Yerde bir süre soluk alıp veriyoruz. Ardından kalkıp üstümüzü başımızı silkeliyoruz.
“Bu neydi şimdi?” diye soruyor Dr Sayko.
“Bunu sadece tanrı bilebilir,” diyorum.
Yürümeye başlıyoruz kafamızda sorularla. “Püü,” diye elini suratımıza doğru sallayıp tükürüyor seyirci grubundan bir yaşlı.
“O da mı balon sence?” diyor Dr.
“Olabilir,” diyorum.
Hakikaten de yavaş yavaş yükseliyor adam kalabalığın arasından. Ve sonra diğerleri. Gökyüzü balondan insanlarla kaplanırken biz ilerlemeye devam ediyoruz.
“Böyle bir sahneyi rüyamda gördüğüm bir rüyanın içinde, bir rüya havuzunda bakirelerin rüyalarını izleyen bir adam anlatmıştı bana,” diyor Dr Sayko.
“Geçende teyzemin falında da çıkmıştı,” diyorum ben de. “Havada küçücük yüzlerce balonlar gördüğünü, bunların kısmet olduğunu söylemişti.”
“Ne kısmet ama!” diyor Sayko ve tam da o anda ters dönen insanların ceplerindeki paralar yağmur gibi iniyor üstümüze.
“Ha ha haa!” diye gülüyorum. “Gördün mü bak!”
“Hay sikiyim,” diyor o, nasıl olduysa hep onun kafasına düşen madeni paraları kovalamaya çalışırcasına elini kolunu sallarken. Durup bakıyor sonra. “On kuruş, elli kuruş, topla topla bitmez be.”
“Damlaya damlaya göl olur oğlum,” diyorum. “Az laf çok iş. Başlayalım hemen.”
Diyorum ama arkamızdan yükselen uğultular yüzünden işe koyulamadan dönüp bakıyoruz ve hakikaten de, çizgiromanlarda olduğu gibi saçlarımız havaya dikiliyor. Ve bir saniye bile beklemeden kaçıyoruz oradan. Çünkü yüzbinlerce insan paranın kokusunu almış, tramvay yolundan, arabaların yanından üstünden her bi tarafından deli gibi oraya koşturuyor. Üstelik bunlar balon da değil. Aç ve işsiz kahvede oturan heriflerin yırtıcı kadınları. Uçacak kadar puştluk düşünememiş, gün boyu bulgur hesabı yapmış olanlar.
Ceplerimiz boş kafamız da boş, bir tek ağzımız dolu Tophane’nin önünde buluyoruz kendimizi.
“Tam bu saatte, buradan domuzlarla dolu bir tramvay geçtiği söyleniyor,” diyor Dr Sayko. “Bekleyip bakalım mı gerçek mi diye.”
“Yaa bırak,” diyorum, ellerinde tüfeklerle orada durmuş bir iki avcıyı süzerek. “Bir an önce çıkıp bir şeyler içelim. Sinirlerim gerildi benim bu olaylardan.”
“Tamam bilader, sakin ol,” diyip yürüyor Dr Sayko benimle beraber.
“Sayıların gizemi diye bi şeyden bahsediyorlar ya,” diyorum. “Amma palavra ha. Ulan o zaman matematik derslerinde ne gizemler çözülürdü.”
“En büyük gizem iki kere ikide,” diyor Dr Sayko. “Sonunda illa dört diye bitirip gizemini yoketmeye çalışıyorlar.
“Şu sokak numarasına bak,” diyorum sonra. “111.1. Ne gizemi var bunun. 11 kere söyleyince mi bir şey oluyor? Yüz on bir nokta biiir!”
“Biir,” diye bağırdıkları duyuluyor insanların evlerinden ve dükkanlarından. Ve sessizlik geliyor ardından. Sanki tüm sokak ikinci seferi bekliyor…
“Susalım istersen,” diyor Dr Sayko yutkunarak.
“Hımm,” diyorum şüphe içinde. “Neyse, inanmıyorum ben gizeme falan.”
“Dur abicim,” diye bağırıyor o sırada birden Dr Sayko.
Duruyorum ben de. Ve paat, diye patlıyor önümüzde intihar eden bir adamın bedeni. Derin bir nefes alıyorum hemen. Üstünden atlarken kan tutmasın diye gözlerimi kapatıyorum.
“Rüyamda bunu da görmüştüm Allahtan,” diyor Dr.
“Peki bunu da görmüş müydün?” diye bağırıp el işaretini çakıyorum suratına.
Bakıyor garip bir şekilde. Bozulmuş değil de şaşırmış gibi. “Demek gördün diyorum.”
O esnada da telefonlarımız çalıyor. İkimizin birden.
“Buyrun,” diyorum. Ama tam da o an aşağı taraftan gelen silah sesleri karşımdakinin cevabını duymamı engelliyor. Şangır şungur indiği anlaşılıyor bir yerlerin camlarının. Acı çekiyor bir şeyler hork gork diye homurdanarak. Kapatıyorum açıktaki kulağımı. “Affedersiniz, duyamadım ne dediğinizi.”
“Önemli değil,” diyor etkileyici bir ses. “Şimdi beni iyi dinle.”
“Kimsiniz?”
“Söyliycem bi dakka.”
“Bankadan arıyorsanız şu anda sizin kampanyalarınızı dinleyecek halim yok.”
“Yaa kardeşim, bi dinlesene.”
Sinirli tavrı bende de gıcık yapıyor. Öfkem bir anda yükseliyor beynime kadar. “Dinlemezsem noolur!” diyorum gardımı alarak. Dr Sayko’ya bakıyorum bi de. O da kafasını sallıyor sinirli sinirli. Hemen hemen aynı triplerde olduğumuzu görüyorum.
Gülüyor o an tip yalak bir şekilde. “Lütfen,” diyor. “Çok önemli bir şey söyliycem.”
“Söyle bakalım,” diyorum delikanlı tavrımı bozmadan.
“Ben şeytanım ve senden çok önemli bir şey istiycem. Karşılığını da kat be kat alacaksın.”
“Hadi yaa.”
“İnanmadın mı?”
“Yanıma gelip kuyruğunu kıçına sokarsan inanırım.” Sayko’ya gülerek bakıyor, bir el işaretiyle telefonda bir manyakla muhattap olduğumu anlatmaya çalışıyorum.
“Telefona bak şimdi,” diyor.
“Bakmazsam ne olur.”
Derin bir nefes veriyor sıkıldığını göstererek. “Lütfen. Şu formaliteleri hemen aşalım da konuya gelelim istiyorum.”
“Peki,” diyorum ve kadranda yüzünü görünce donuma doldurmamak için sıkıyorum her tarafımı. Telefonu elimden atmak istesem de bir şey buna karşı geliyor.
“Ekrana sahte görüntü yansıttın falan dersin sen şimdi. Yaklaştır telefonu yüzüne.”
Sesim titriyor. “Yaklaştırmazsam noolur?”
Bir şey demiyor. Sadece kısa bir gülüş duyuluyor. Ben de inadı sürdürmüyorum. Merak baskın geldiği için söylediğini yapıyorum ve bir dil yanağımı sıcacık yalayıveriyor telefonu dayadığım anda. İğrenerek uzaklaştırıyorum kendimden ve vızıltıya yakın bir ses geliyor oradan “Şimdi inanmışsındır herhalde.”
Tekrar kulağıma getiriyorum telefonu. Telefondan dil çıkıp yalarsa, hah bu şeytandır demek biraz saçma gelse de bu türden ayrıntıları sorgulamanın işin vehametini azaltmayacağını bilerek soruyorum: “Ne istiyorsun?”
“Dr Sayko’yu öldürmeni,” diyor. “Dur, hemen hayır deme, ne teklif edeceğimi bir dinle.”
Kapatıyorum telefonu sinir içinde. Dönüp Sayko’ya bakacakken onun da telefonunu kapattığını ve kaçamak bir bakış attığını görüyorum bana. Yüzlerce fikir dört bir yönden gelen küçük dalgalar gibi birbirine çarpıyor beynimde. Diyorum ki içimden, aynı anda çaldı telefon, o da şeytanla konuştu. Evet, muhakkak öyle oldu.
“Kimdi arayan?” diye aynı anda soruyoruz.
Gülüyorum ve “Bankadan,” diyorum önemsemezmiş gibi. “Seninki?”
“Web işi. Yarın teslim etmem lazım da…”
Vay ibne diyorum içimden. Kesin yalan söylüyor. Ama ben de söyledim. Yani kötü bir niyeti yoktur belki. Benim gibi. Canımı sıkmak istememiştir. Sonra aklıma şu boktan fikir düşüyor. Ya ona da aynı teklifi yaptıysa peki? Benliğim nasıl yani, diyor. Kendisini mi öldürecek? Hayır yahu, diyorum sinirle. Beni öldürmesini teklif ettiyse yani. Eee. Ne eesi be. Kabul etmiş olamaz mı? İşte böylece yürüyoruz yukarıya doğru. Tüylerim havada ve midem iğrenç bir şekilde kasılmış.
“Abicim,” diyor o. “Hani iki telefonu çaldırıp mısır patlatıyorlar ya. On telefonu piknikte ateş yaktığımız dallar gibi çatıp üstüne tavuk koysak pişirebilir miyiz mesela?”
O konuşmaya başladığında irkildiğimi farketti mi anlayamıyorum yüzünden. “Az önce telefonumuz aynı anda çaldı, ordan mı aklına geldi?”
“Hee,” diyor tereddüt kokan bir bakışla. “Ne tesadüf di mi?”
Ve yine çalıyorlar! Tesadüfe bak. Hemen açıyorum. Sanki bir saniye daha hızlıyım Dr Sayko’dan.
“Teklifimi duymak ister misin?”
“Hımm. Eee… Bilmem…”
“Dinle. Asos’ta taş bir konak. Dışında bir kule, yine taştan. Sahilde bir tekne. Bankada da bir milyon euro.”
“Yok,” derken sesim titriyor. Ama kendimi toparlayıp bağırarak söylüyorum son lafı. “İlgilenmiyorum!” İrkiliyor yanımızdan geçenler.
Telefonu kapatır kapatmaz hızla Dr Sayko’ya bakıyorum. O da aynı şekilde bağırıp bana dikiyor gözlerini.
“Yine mi banka?” diyor.
Kafamı sallayıp, onun da yine web şirketinden aradılar, deyişini izliyorum. Dudak hareketleri yavaşlayıp tek tek söylüyor her harfi. Güvenme ona, diye bağırıyor birden benliğim. Fakat bu sefer ben karşı çıkıyorum. Bağırarak reddetti ya bir şeyleri, diyorum. Ne biliyorsun önce kabul edip sonra sana artistik yapmadığını, diye soruyor. Verecek bir cevap bulamıyorum. Gözlerim kısılıyor. Şüphe ve öfke beynimde nereye gideceğini bilemez bir hortum gibi dönüyor.
Tekrar çalıyor telefonlar. Hemen açıyoruz.
“Bak,” diyor şeytan. “Sen onu öldürmezsen o seni öldürecek. Bu işten kazançlı çıkmak varken neden…”
Kapatıyorum. Ama Dr Sayko beni taklit etmiyor bu sefer. Biraz daha dinleyip bir şeyler geveliyor ağzında. Yoldan araba geçtiği için duyamıyorum bir şey. Gülerek dönüyor telefonu kapattıktan sonra.
“Bi rahat bırakmıyolar be. Çok beğenmişler diğer şirkete yaptığım işi.”
“Yaa yaa, öyledir,” diye mırıldanıyorum.
“Ne dedin abicim?”
“Hiç bi şey.”
Kaçamak bir bakıştan sonra tekrar yola düşüyoruz. Bir daha arıyor şeytan. Sadece teklifini arttırmakla kalmıyor, az sonra Sayko’nun bir yere uğraması gerektiğini söyleyerek yanımdan uzaklaşacağını söylüyor. Arkadaşa güvenmek ha, diyor, çok safsın. Ve biraz ileride, bir taşın altına silah koyduğunu, almamın sağlığım açısından oldukça hayırlı olacağını anlatıyor. Bu sefer o kapatıyor telefonu. Artık kafamda şüphe falan kalmıyor. Sayko’nun teklifi kabul ettiğinden emin oluyorum. Ve on saniye geçmeden “Abicim, bi beklesene, şu dükkana borcum vardı, onu kapatıp geliyorum hemen,” diyerek ne kadar haklı olduğumu suratıma vuruyor Dr.
“Tamam, burdayım,” deyip o içeri girene kadar bekliyorum ve hemen sonra koşturup on metre ilerdeki taşı kaldırıyorum. Gerçekten de bir silah duruyor orada. Pantalonumun arkasına koyup geri dönüyorum hemen. Ellerim cepte, ıslık çalarak kitapçının vitrinine bakıyorum. Geliyor Sayko yüzü allak bullak. Gülmeye çalışıyor ama beceremiyor. Telefonlarımız çalıyor yine o anda. Yol bomboş. Konuşma duyulmasın diye arkamızı dönüyoruz birbirimize.
“Alo!”
Ve ansızın, hiç beklemediğim bir şekilde bağırıyor Şeytan. Hem benim hem Sayko’nun telefonundan yükseliyor sesi. “Ateş ediyor!”
Müthiş bir panikle dönmeye ve arkadan silahı çekmeye çalışıyorum. Dr Sayko’nun da pörtlemiş gözlerini yamulmuş ağzını görüyorum aynı anda. Tabanca elime oturuyor. Hızla öne geliyor kolum. Karnım kasılıyor. Sayko’nun da eli havada çünkü. Biraz daha hızlı, diye bağırıyor benliğim. Yükselen elimi gözlerimle takip edip tam zamanında basıyorum tetiğe. O da basıyor.
Ve silahlardan çıkan tazyikli su yüzümüzde patlıyor. Duramıyoruz. Basmaya devam ediyoruz tetiğe. Saniyeler yavaş yavaş akıyor. Üstümüz başımız sırılsıklam, Allahımız kaymış olarak gözlerimizden süzülen yaşlar tabancanın suyuyla karışırken Şeytan deliler gibi gülüyor telefonlarımızdan….
“Ulan ne adamlarsınız be!” diye bağırdığını net bir şekilde duyabiliyorum…

FossurGama Sunar: Canlandırma: Teneke Kutular

Kuyruğuna teneke kutular bağlanmış bir aslanın sokaklarda canhıraş kükremelerle koşturduğunu arada bir durup ters dönerek ayaklarıyla havayı teptiğini ve kutulardan kurtulmaya çalıştığını canlandırın gözünüzde...

FossurGama Sunar: Tıkırtı

Kapı hafifçe gıcırdayarak açıldı. Gece bire yaklaşıyordu saat. “Baba, baba,” diye fısıldadı bir ses. Karanlıkta yataklarında doğrulduğu belli oldu birilerinin. Işık açıldı. Orada, kapıyı arkasından çekmiş duruyordu uzunca bir oğlan. Fahri. Yirmibir yaşında olsa da sivilcelerle doluydu hala yüzü.
“Nooldu oğlum?” diye onun gibi fısıldadı annesi de oğlunun yüzündeki dehşet ifadesini farketmiş olarak.
“Hırsız galiba,” dedi Fahri. “Tıkırtılar geliyor salondan.”
“Hay Allah,” diyerek yataktan fırlayıverdi Çetin bey. Terliklerini ayağına geçirip ilerledi kaşlarını çatarak. “Siz burada durun.”
Koridora çıkınca boynu omuzlarına geçti hemen, ayaklarının ucunda ilerledi. Mutfağın oraya gelince kafasını uzatıp baktı salona doğru. Kulağına bir şey gelmiyordu. Ayakkabı çekeceğini aldı eline. Aralığın ışığını yaktı. Yine ses yok. Birden daldı içeri. Dört bir yanı hızla taradı kalbi delice atarken ve o anda da yatışıverdi. Kimse yoktu etrafta. Dikildi. Suratı garip bir hal aldı. Hızla odaya döndü. Kapıyı açıp girince Fahri’nin yatağa uzanmış mışıl mışıl uyuduğunu gördü.
“Şşşt, uyudu,” dedi karısı.
Sinir içinde kafasını salladı Çetin bey. “Bir gün sopayı kapıp eşşek sudan gelircesine dövücem, anlıycak o zaman uyumayı.”
“Çetincim, lütfen,” dedi yine karısı. Yüzü öylesine vıcık vıcık bir anlayışla kaplıydı ki. “Korkmuş çocuk.”
“Eşşeoğlueşşek,” diyerek Fahri’nin odasına yöneldi Çetin bey. “Koca herif oldu, her seferinde ayrı bir numara.”
Yan tarafa doğru dönmüş, bir süre stresli bir şekilde babasının söylenmelerini dinledikten sonra gözlerini bu sefer gerçekten yumup huzur dolu bir uykuya gömüldü Fahri…

8 Ocak 2009 Perşembe

Kitap 2 HarkTu 314

Özgür insanlar,
hayatları boyunca koskoca bir hapishanede
yaşarlar.

Direnişe Devam

Totaliter rejimlerde en itibarlı en şerefli yerler hapishanelerdir.

FossurGama Dalya Dedi

FossurGama yaratım grubu dalya demenin haklı gururunu ve denetimsiz coşkusunu yaşıyor. Tüm FossurGamasevenleri kadehlerini havaya kaldırıp üç kere "zoort," diye bağırmaya çağırıyoruz.
Nice yüzlere, binlere, on binlere. Ne yaptıysak memleketimiz için yaptık.

7 Ocak 2009 Çarşamba

Dalga Dalga

Dalgalar arttıkça kelleri görünüyor...

Çöküş

Hukuk çökmüş, yürütme çökmüş, tarım çökmüş, sanayi çökmüş, sosyal devlet çökmüş, zihniyet çökmüş, halk çökmüş.
70 milyonun toptan istifası gerekiyor.

YORUM FARKI!!!

Cumhuriyet, doğalgaz krizini masaya yatırırken, İran'dan da Rusya'dan da tokat yiyen Türkiye'nin hiçbir önlem almadığını belgeliyor - Milliyet küçücük bir haberle Rusya doğalgazı kesti diyor.
Cumhuriyet Haşim Kılıç'ın damadının AKP'yi kapatma davasının sonuçlanmasından 12 gün önce 2 milyon değerinde bir binayı Ankara Anakent Belediye'sine sattığını, karşılığında ise kriz öncesi 10 milyon değerinde olan bir arsa aldığını belgeliyor - Araştırmacı gazetecilerle dolu Milliyet bu skandalı görmüyor.
Cumhuriyet AKP'nin TBMM Genel Kurulu'nda tek tek İsrail'e atıp tutarken, AKP tarafından ortak kınama belgesi yayımlanmadığını ortaya koyuyor - Milliyet başbakanın nasıl da esip gürlediğini koca bir sütünda manşet yapıyor.
Yorum sizin.

FossurGama Sunar: Hangisi Olsun?

Kız banyoya gitmiş, Kenan da o gerilimli anları televizyona bakarak tüketmeye girişmişti. Daha bu gece tanışmışlar, bir anda kızın evinde bulmuşlardı kendilerini. Heyecanlıydı biraz . Yatağın üstünde oturur pozisyonda sallanıp duruyordu. Çevreyi gözden geçirmeye başladı sonra. On saniye geçti geçmedi, ayağa kalktı. Temkinli adımlarla yürüdü. Duvarda gördüğü küçük dolap dikkatini çekmişti. Önüne kadar gelince bir an için banyodan gelen sesleri dinledi. Su sesi kesilmişti. Ellerini uzattı ama. Dolabı açtı ve her yanı ürperiverdi bir anda. Ağzı ardına kadar açık, yanlışlık olmasın diye bir iki kez kırptı gözlerini. Ama bir hata yoktu. Orada en az on tane kadın cinsellik organı duruyordu. Ellerini uzatıp elledi. Plastik falan değillerdi. Korkuyla çekti kolunu geriye. Normal deriye o kadar benziyordu ki. Bulandı midesi...
"Beğendin mi?"
Yerinde zıplayıp büyük bir korkuyla arkasına döndü ve kızın kapıda durmuş şuh bir gülüşle kendisini süzdüğünü gördü.
"Hangisini takayım bu gece. Sen seç."

FossurGama Sunar: Isıtıcılar

Altını yırtık pırtık çuvalıyla sağlama almış, üstüne gazeteleri çekmiş evsizin morluklara batmış zavallı gözleri o buza kesmiş kış gecesinin ayazında birden açılıverdi. Sıcaktı. Evet. Sobanın önüne konmuş bir mum gibi hissediyor, terler pislikle kaplanmış sakallarına iniyordu. Gazeteleri atarken ve sık sık soluyarak başını kaldırmaya çalışırken ışığı da farketti ve zorlukla dikildi olduğu yerde.
Böylece gördü, çevresine eşit aralıklarla dizilmiş altı hintli rahibin, kendilerini yakmış, onu ısıttığını...

6 Ocak 2009 Salı

Cin Fikirler

Demokrasi, demokrat, özgürlük, özgür düşünce gibi bayatlamış lafların belli bir sayıdan sonraki kullanımını vergilendirmek. Bütçeye trafik cezalarından daha fazla katkısı olmazsa ben de bir şey bilmiyorum.

Cin Fikirler

Aborjin ve pigme hayat kadınları getirip Türkiye'de çalıştırmak. Off. Ne piyasası olur be.

5 Ocak 2009 Pazartesi

Aşırı Duyarlı Demokrat Serisi - Devam

Kimmeryalılardan özür diliyorum.

Nice 50 Yıllara

Amerikan ambargosunda, sınırsız darbe girişiminde, çöken sosyalist bloğun gölgesinde elli yıllık onurlu direniş.
Sayısız dedikodu, dezenformasyon, karalama kampanyası eşliğinde inanılmaz başarılar...
Pek çok yeteneğin çekip gitmek için uğraştığı iddia edilir. Evet 1959'dan bu yana 1 milyon Kubalı Florida'nın zengin kıyılarına göç eti. Bir başka 1 milyon Kübalı da 1975-78 arasında Afrikalılarla birlikte Angola'nın bağımsızlığı için mücadele savaştı. Kübalıların Vietnam savaşında önemli hizmetleri oldu. Başka Kübalılar 2005 depreminde hayat kurtarmak için Pakistan dağlarına tırmandılar. Kübalı doktorlar başka doktorların gitmek istemediği yerlerde Afrikalı yoksulları tedavi ettiler.
Küba'da hiç kimse kaybolmadı, hiçbir gazeteci öldürülmedi. Kimse insanların elli milyarını çalmadı.
Evet, Kübalılar bir bedel ödediler. Bölünmüş aileler sorunu gibi. Varsıl ve orta sınıtfan olanların çouğu 1960'ların başında ülkeyi terk etti. Yoksulların eksiklere karşın yararlandıkları pek çok şey var: Sağlık hizmeti, eğitim, barınak ve yiyecekleri güvence altına alınmış durumda...
(Saul Landau'nun yazısından seçilerek alınmıştır)

Yeni Ortadoğu Fantezisi - Ergin Yıldızoğlu

İran'a ve sözde bir "Şii çemberine" karşı, İsrail'i ve Türkiye'yi de içeren bir Sünni hattı yaratma projesi yatıyor.
ABD basını Hamas'ı da (sünni olmasına bakmadan) İran maşası ilan etti. Mısır ve Suudi rejimleri Hamas'ı provokasyonla suçlayarak İsrail'i desteklemiş oldular. İsrailli uzmanlar, Hamas'la uğraşmak yerine doğrudan İran'ı vuralım demeye başladılar. Türkiye hükümeti, kolları sıvayıp belki de Gazze'ye asker göndermeye kardar uzanacak bir arabuluculuk görevini üstlenmeye, Sünni hattını inşa etmeye soyundu.
Bu açıdan bakınca İsrail'in zamanlaması anlaşılabiliyor: Bush'un son aylarında Hamas'ı imha ederek zemini, Ortadoğu'da Obama için hazırlamak. Ancak Arap sokakları yine huzursuz; Mısır'da Müslüman Kardeşler, Hamas'ı bahane ederek, hükümet üzerindeki baskılarını daha da arttırdı. İran'da radikaller yine güçlendi. Bana İsrail ve Filistin çocuklarına yine çok payalıya patlayacak bir "hesap hatasıyla" karşı karşıyaymışız gibi geliyor.

Diğer yazılar için erginyildizoglu.blogspot.com

2 Ocak 2009 Cuma

FossurGama Haberler

Taksimde Özgürlükçü Demokrat Aydınlar Vakfı tarafından düzenlenen sevgi çemberinde olay çıktı. Binlerce kişinin yaralandığı kavga polisler tarafından zorlukla bastırıldı.
FGH – İstanbul

Acılbık Hastanesi’nden ameliyat sırasında kaçan bir hastanın peşini bırakmayan ameliyat ekibi, Anıl Kara adlı kişiyi Taksim’de yakaladı ve orada hiç beklemeden operasyonu tamamladı. Bir pastaneden elektrik alarak, yurttaşların alkışları eşliğinde açık havada gerçekleştirilen ameliyatın iyi geçtiği, hastanın bir hafta içinde iyileşip istediği yere kaçabilececeği açıklandı.
FGH – İstanbul

İngiliz bilimadamları, geliştirdikleri yöntemle artık kemiksiz insan üretebileceklerini, böylece yeni neslin günümüz koşullarına daha iyi uyum sağlayabileceğini söylediler.
FGH - Londra

İtalya’da geleneksel makarna bisiklet turunda geçen yıl yaşanan facianın, yani otuza yakın bisikletçinin uçuruma düşmesinin, ailesinin kendisine bisiklet almadığı küçük bir çocuğun nazarından olduğuna inanılıyordu. Bu sene, bisikletçiler, organizatörlere açıkça, Antonio adındaki bu çocuğa bisiklet hediye edilmediği takdirde yarışa katılmayacaklarını bildirdiler. Tüm İtalya ve Antonio sonucu bekliyor.
FGH – Roma

Kraliçe arıyla çiftleşmek için şeyini kovana sokan Alain Gilbo adındaki kişi, bir yıllık komanın ardından uyandı. Yetkililer, yaşadığı talihsiz kazanın ardından cinsel organı bir metreye ulaşan Alain Gilbo’yu porno sektöründe güzel bir geleceğin beklediğinde hemfikir.
FGH – Paris

Vantrolog Sebastian Veller, midesinden değil de kıçından konuştuğu ortaya çıkınca tutuklandı.
FGH – Berlin

Koyunları çitten atlatıp sayarak uyumanın, hayali de olsa hayvan eziyetine girdiğini iddia eden Hayvan Hakları Örgütü’nün uluslararası mahkemede açtığı dava sonuçlandı. Koyunların çitten atlamak gibi bir kabiliyetleri olmadığını, böyle bir saçmalığı zorla yapmak zorunda bırakılmalarının insanlık dışı olduğunu söyleyen yargıç Stanford All, bundan böyle kimse koyun sayarak uyuyamayacağını, ihbar alındığı takdirde mahkemenin gerekeni yapacağını söyledi.
FGH – Washington

FossurGama Sunar: Ahmet Bilen Adında Biriyle Onbeş Yabancının Hikayesi

Bu Ahmet Bilen adındaki akıl fakiri huysuz bir adamın hikayesidir. Kendisi saat yedi sıralarında bir müzikhole gitmiş, orada iki uzak köşeye yedi sekiz kişi sıkışık bir şekilde oturmuş pis pis birbirlerine bakan iki gruba aldırış bile etmeden tam ortalarındaki masaya oturmuş ve havalı bir hareketle garsonu çağırmıştır. Silahlı çatışmanın çıkmasına ramak kalmış o kritik anda, kıçı yusuf yusuf atan garson isteksizce Ahmet Bilen’in yanına gelmiş ve kendisi bira ve patates kızartması isteyince şöyle demiştir: “Ağbi başka bir yere gitsen sana zahmet. Biramız biraz şey bugün.”
Buna karşılık “Ne şeyi arkadaşım,” demiştir Ahmet Bilen gözlerine öfke yürürken. Bi de kaşı gözü oynamaktadır garsonun. “Ben her zaman buraya gelirim bira içmeye. Şey ne demek!”
“Ağbi,” demiştir garson. Zavallı, bir şeyler ima etmeye çalışmakta ama on beş kişinin otuza yakın gözü kendisini izlerken fazla da açık verememektedir haliyle. “Öhhö. Yanlış anlama ama yok yani bira.”
Gözleri kısılmış ve dudaklarını kemirerek bakmıştır Ahmet Bilen. “Taşak mı geçiyosun oğlum sen benle? Sikerim bak bi tarafını. Çağır bakayım sen bana işletmeciyi.”
Garson telaşla çevrelerini sarmış öküz gibi bakan iki grubu şöyle bir sözmüş ve sesini kısarak “Ağbi, bi dakka dışarı gelsene.” demiştir
Sanki bu lafı bekliyormuş gibi şak diye garsonun gömlek yakasına yapışıp kendine çekmiştir Ahmet Bilen. “Oğlum sen arıza mısın lan. Naapçaksın lan dışarıda. Burada yap hadi. Yavşak!”
Sadece bu huysuz müşterinin kendisini sarsıp durmasından değil, aslında ölüm korkusundan da bir hayli huzursuz olmuş garson tabi ki dil döküp kurtulmaya ve bir an önce oradan fıymaya çalışmaktadır.
“Tamam ağbi,” demiştir sonunda pes ederek. “Özür dilerim, hemen getiriyorum. Tamam ağbi, bırak lütfen. Haklısın. Hata ettim.”
Bırakmıştır Ahmet Bilen ama susmamıştır. Arkasından saydırmaya devam etmiştir garsonun. “Piçe bak yaa. Bu saatte canımı sıktı. Ama dur. Ben onun anasını sikecem. Artık işsizsin pezevenk. Duyuyo musun? Kimle dansettiğini biliyor musun lan sen! Amcık. On beş saniye sonra önümde olacak o bira. Yoksa geliyorum yanına! O kadar.”
Masaya yumruğunu indirirken sandalyelerinden kalkmış adamları görmüştür. Tepeden kendisine bakmaktadırlar ve o dert anlatmaya çalışır onlara. “Görüyo musun arkadaşlar. Durduk yerde insan nasıl katil oluyor!”
“Görüyoz amına koyayım,” deyip silahını çekmiştir pos bıyıklı bir herif ve diğerleri de onu taklit etmiştir.
Ahmet Bilen’in son gördüğü üstüne ölüm kusan silahlar değil, yine, elinde bira, biraz ötede durmuş acıklı gözlerle kendisine bakan garson olmuş ve son küfrünü de ona göndermiş gibi olmuştur. Fakat aslında silah sesleri başlayıp, vücudu dağlanınca, can korkusundan küfür çıkmıştır ağzından.
“Oh be, sonunda sesi kesildi dalyarağın,” diyen kel kafalı, şişko adam da pos bıyıklının düşmanıdır. Ama yerdeki herifi iki üç kere vurup rahatladıkları, streslerini iyice attıkları için hep beraber masalara oturup anlaşamadıkları konuyu uzun uzadıya tartışmışlar ve barışa kavuşup mekandan öpüşerek ayrılmışlardır.
Ahmet Bilen mi? Oraya gömülmüştür ve garson, müzikholde çalıştığı süre boyunca her gün saat yedide bir bira dökmüştür mezarının üstüne denk gelen karonun aralığına…

Cep Telefonunda Hesap Devri

Beyin tümörleri ve cep telefonları arasındaki bağlantıyı araştıran, INTERPHONE adındaki, bugüne kadar yapılmış en geniş kapsamlı çalışmanın sonuçları 2009'da açıklanacak. Interphone çalışmasına katılan İsrailli araştırmacılar, düzenli olarak cep telefonu kullanan insanlarda beyin tümörü gelişme olasılığının cep telefonu kullanmayanlara oranla %50 daha fazla olduğunu ileri sürüyor.
...
Peki ama kim verecek bu sorumsuzluğun hesabını?

Avrupalılar Tüm Dünyadan Özür Dilemeli – Doğan Kuban

Diyelim, tarihin belli bir döneminden sonra ulusların birbirlerinden özür dilemelerine karar verildi. Ne zamandan başlayacağız? Eğer Arilerin Hindistan’ı istila etmelerinden ya da İskender’in önüne geleni keserek Orta Asya ve hindistan’a uzanmasından başlarsak bütün ömrümüz özür dileyerek geçer.
...
10 MİLYON AFRİKALI
Aslında dünya tarihinde soykırımdan daha ağır ve etkileri bugüne kadar süren zalimlikler var. Bunların en iğrenci Avrupalıların ve özellikle Kuzey ve Güney Amerikalıların Afrika’dan yaptıkları esir ticaretidir. Bu ticaret Afrika Avrupa sömürgesi olduğu zaman yapılmıştır. Atlantik aşan esir gemilerine balık istifi gibi dizilen Afrikalılar Kuzey, Güney Amerikalılara esir olarak satılmıştır. Avrupalıların Afrikalı köylerine baskınları insanları birbirine bağlayarak Atlantik kıyılarına getirmeleri, sonra gemilere istiflenmeleri, sonra Kuzey ve Güney Amerika’da haraç mezat satılmaları ve sonra medenlerde ve plantasyonlarda çalıştırılmaları 1871’e kadar süren bir pratiktir. 18. yüzyıl ortalrında yılda 50-60000 esir Amerikalara geliyordu. Toplam sayının 10 milyon dolayında olduğu belgelidir. Müslüman esir ticareti bunların yanında sütten çıkarılmış ak kaşık gibidir.
Eğer ari ırkın yani Avrupalıların ait olduklarını iftiharla söyledikleri ırkın, Hindistan’a inip oradakileri dokunulmaz paryalar statüsüne soktukları dönemlere kadar da inerseniz bulacağını ‘tek özür dileme adayları’ Avrupalılardır. Amerika yerlilerini yokeden Yahudileri yokeden , Afrika karalarını Amerika’ya taşıyan, 1 ve 2’nci Dünya Savaşlarını yapan (Encyclopedia Britannica’ya göre toplam ölü yüz milyon civarında) 16. yüzyıldan bu yana dünyaya egemenlik kurarak kıtaları sömüren, tek bombayla Hiroşima’yı yokeden, atom bomba stokları yapan ve Irak’ı dünyayı tehdit ettiği yalanı üzerine zavallı ülkeyi işgale edip 1.000.000 adamın ölmesine neden olan (Blog yazarı notu: 1.600.000 kişi) Avrupalıların, hatta Hindistan’a giden İskender’in kana susamışlığı yanında, Atilla’nın Hunları ya da Moğolların kan dökücülüğü devede kulak kalır.
SÖMÜRGE KURMADIK
Çinliler, Müslümanlar, Türkler sömürge imparatorlukları kurmadı. Fethettikleri ülkelerin toplumlarıyla bütünleşti. Oysa İspanya’da Reconquista’dan sonra ne Müslüman kaldı, ne de yahudi. Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyılda Ermeni bakanları vardı. Osmanlıların yendikleri ülkelerden aldıkları haraç Avrupa’nın sömürgelerden aldıkları yanında bayram harçlığı kalır.
Dünyada savaşlardan, fetihlerden sonra kimse kimseden özrü dilemedi. Tarih öyle biçimlendi. Fakat insanların insanlara yaptığı en kapsamlı zulümlerin 17. yy’dan sonra bilime ve teknolojiye egemen olan Avrupalıların elinde olduğunu modern çağ tarihini okuyan herkes bilir. Dünyadan özür dilemesi gereken sadece Avrupalılar ve onların uzantısı olan Amerikalılardır. İnsan bilinçli eziyet eden bir hayvandır. Onun için silahı daha güçlü olan daha çok kötülük yapar. Kimse tarihine bakıp kendisinin daha uygar olduğunu söyleyemez.
Bugün Afrika’nın, Amerika’nın Hindistan’ın, Endonezya’nın, genelde İslam dünyasının haline bakıp kimse Avrup bunlara uygarlık getirdi diyemez.
İnasnlık tarihinde Hitler’in anlamsız Yahudi kıyımından ve Kuzey Amerika yerlilerinin sistematik yok edilmesinden daha kötü, yaygın ve uzun süren insanlık suçu, sömürgeciliktir. Avrupalının zenginliği önce Amerikalıkların sonra 119. yüzyıl sömürge imparatorluklarının sonucudur. Örgütlenmemiş ve sanayileşmemiş toplumların ülkelerini zorla işgal ederek bütün doğal ve insani kaynaklarını Avrupa’ya taşıyarak gerçekleşmiştir.
Dünyada sömürge olup bugün iflah olmuş bir ülke yoktur. Avrupalıların Asya’da ve Afrika’daki sömürgelerin yerine kurulmuş devletlerde dünyanın en fakir ve gelişmemiş toplumları yaşıyor. Güney Afrika beyazlarla ortaklığını bir ölçüde sürdüren kararlarla bir çağdaş yaşam düzeyine ulaşmış görünüyor. İngiltere Zimbabwe ya da Hindistan’a uygarlık mı götürdü? Hollanda Endonezya’ya refah, mutluluk ve uyarlık mı götürdü? 1945’e kadar sömürge olan İslam ülkeleri, petrol zenginliğine karşın çağdaş uygarlığın ortakları mı?
Bugün Orta Afrika’daki olaylar, Hitler’in Yahudileri yakmasından daha kötü. Çünkü bitmiyor. AIDS, kolera, açlık, kabile savaşlrı Avrupa uygarlığı izleri mi? Yoksa kara Hristiyan futbolcuların milyonluk kazançları mı Afrika’yı uygarlaştırıyor? Bütün fehtilerine karşın en insancıl toplum, son bir analizde Müslümanlar gibi görünüyor. Fakat emperyalizm onları da ölümcül bir savaşa itiyor.
AVRUPA ORDULARININ NEFERLERİ
‘Aydın’ sıfatlı, özür dileyici, gözü yaşlı vatandaşlar, Avrupalıların demokrasi mesajı götüren ordularına benziyor. Anlaşılan ulaşamdığımız bir uygarlık bilincine ulaşmışlar. Beni yetiştiren Zühre, ana babası Ermneiler tarafından kesilen bir Karslı Müslüman kızıydı.
...
Batılı tarihçilerin Avrupa destanları, tek yönlü yorumlarla doludur. Ermeni soykırımı kavramı tümel bir sahtekarlıktır. Bu tarihçiler Antranik Paşa’nın ordusunu duymuş olmalılar! Türklerin ve Kürtlerin Ermeni köylülerini öldürmüş oldukları kuşkusuz doğrudur. Fakat Türkiye’nin her köşesi Ermeniyle meskundu. Her işgal ettiği ülkede Yahudi avına çıkan Almanlarla ya da her yeni açtığı toğrağü Amerikan yerlilerini yok ederek yerleşen Amerikalılar yanında, Ruslarla birlikte Türkiye’yi işgal eden Ermeni kıtalarını unutarak, Ermeni soykırımından sözetmek züppeliktir. Başka nedenleri varsa ben anlamıyorum.
....

(Doğan Kuban'ın Cumhuriyet Bilim ekindeki yazısından seçilerek alınmıştır.)