26 Haziran 2008 Perşembe

Günün Müzik Menüsü

CHERRY GHOST (Thirst For Romance) - "4 AM" "Mountain Bird" -- BEIRUT (The Flying Club Cup) "A Sunday Smile" "La Banlieue" -- GNARLS BARKLEY (The Odd Couple) "Going On" "Run" "Surprise" -- MILLIONNAIRE (Paradisiac) "For A Maid" "Rise&Fall" -- BLACK LIPS "Navajo" "Lock and Key"

24 Haziran 2008 Salı

FossurGama Sunar: Kısa Devre

Daha biriyle dalaşmaya gücü yetmeyecekken iki taksi daha durmuş. Levyeler ellerde. Şöförler, incecik, gözleri deli deli bakan delikanlıyı ittire ittire arkadaki duvara doğru sürüyor. Bir şey dese Allah yarattı demeden girişecekler. Öfkeyle soluyor genç. Artık küfredemiyor. Bağıramıyor. Sadece titriyor ve birden bir şeyler oluyor ona. Rengi değişiyor sanki. Kafası hafifçe büyüyüp yerine iniyor. Korkuyla bırakıyor eller yakasını. Gözler panik içinde titreşiyor. Delikanlının çenesi, gözleri, parmakları değişime kapılıp boyut değiştirirken boğazından anlaşılmaz iniltiler dökülüyor.
“Hay anasını, bu ne lan?” diyor şöförlerden iri yarı olanı.
Kaçamıyorlar, yerlerine mıhlanmış, delikanlının gömleğinin patlayışını, düğmelerinin etrafa saçılışını izliyorlar.
Ama birden o kıpkırmızı renk çekilip gidiyor yaratığın yüzünden. Devasa bir boyuta ulaşmış, lif lif kasları sönüveriyor. Tekrar delikanlı kalıyor orada düdük gibi. Sadece giysileri falan yırtık, bir de saçları dağılmış.
“Hay anasını sikiyim be, yine dönüşemedim,” küfrü havada kalıyor.
Korktukları için bir kat daha sinirli, çata çuta girişiyor şöförler ona...

23 Haziran 2008 Pazartesi

Kişisel Yaşam Raporum

Ehem,
Pek katılım olmasa da, okurlarımdan bazılarının benimle ilgili gelişmeleri merak ettiğini varsayıp, renksiz ama mutlu, heyecansız ama gerilimli, sessiz sedasız ama iç patlamalarla bilinmez bir noktaya doğru ilerleyen şu nacizane hayatımdan paylaşım dahiline girebilecek bazı kişisel bilgileri yüksek ilgilerinize sunmak isterim:
Geçmişi çoktan geride bıraktım. Kendi geçmişim olup olmadığından pek emin olmasam da yaptım bunu. Böylece beynimde yeni yemek tarifleri için oldukça büyük bir alan açıldı.
İnsanlığın rezil bir şey olduğunu öğrenir öğrenmez ise mahkemeye başvurdum. Nüfusta maymun olarak geçmem imkansızmış. Bari en azından adımı Charlie olarak değiştirin dedim, onu da kabul etmediler.
Sessizlik yemini ettim. Artık sadece türkçe konuşacağım. Ah ah ha. Bunu komiklik olsun diye söyledim. Gülün lütfen ve beni yargılamayın. Çünkü bir menekşe denli kırılgan ve yuvasına tükürülmüş bir porsuk kadar da öfkeli bir karaktere sahibim.
Delilerin aslında kötü olduğundan artık eminim. Dünyada onlar kadar egoisti yoktur. Hassaslarmış, duyarlıymışlar, pöh, hepsi palavra.
Önümüzdeki yıl, astral yolculuğa çıkmak istiyordum. Şimdiden rezervasyon yaptırayım dedim ama ruhsal kanallarda müthiş bir sıkışma varmış. Ben de uyumaya karar verdim. Önümüzdeki günlerde üç haftalık bir rüya gezisine çıkacağım. Yazılarımda aksama olmamasına da dikkat edicem tabi ki, merak etmeyin.
Gamlı Baykuş’taki solistlik görevimde iş yavaşlatmaya gittim. Sadece mırıldanıyorum artık. O da evde. Cinlerin alkışları, tezahüratları komşuları rahatsız ediyor ama umurumda bile değil. Eşikten geçerken do, çekmece açarken si notasından uzak duruyorum ve fazla incelip beynimin içindeki baykuşları rahatsız etmemeye çalışıyorum.
Dört aylık oğlum Boray, büyüyünce yayıncı olmaya karar verdi. Güzel bir gelişme. Annesi daha konuşabildiğini bilmiyor. Hele bana acıdığını hiç bilmiyor. Küstah herif. Elimde bekleyip duran üç kitap dosyasını yakmak istedim ama götüm yemedi. Agu, dedi babaannesi birden odaya girince. “Akşam ne yemek var anne?” dedim ben de telaş yapıp.
Agusto ustanın tavsiyesine uyup yatak odasının önüne bir platform yaptırdım. Gece ben uyuyunca kartallar beni alıp Karşıyaka stadına götürüyor. Galiba en mutlu olduğum anlar, rüyamda eskisi gibi basket oynadığım zamanlar.
Artık taviz vermek istemiyorum kimseye. Bunun için insanları mı yoketmem yoksa egomu mu ortadan kaldırmam gerektiği konusunda derin düşünceler içindeyim. Yaşamak taviz vermek, diyor solumdaki karga. Taviz ver ama vermemiş gibi bir duruş takın diyor sağımdaki. Bir başkası kafama sıçıp gaklıyor. Dimdik, gururlu, yenilmez bir bakışla yürüyüp gidiyorum.
Hayatım doğurgan bir fareye benzese de peynirler tükendi. Şimdilik bu kadar...

FossurGama Sunar: Bir Seans

“Şimdi elimdeki kolyeye konsantre olmanı istiyorum,” diyor psikiyatr.
Bakıyor şişman kız, dikkatle.
Bir saat kadar sonra kapıyı açıp “Emre beeey, koşun, yine şoolmuş,” diyor sekreter.
Ve yaşlıca bir doktor içeri dalıp ellerini beline koyarak cıkcıklıyor az sonra. “Allah Allaah, bu herife, kolyeye bakmaması gerektiğini nasıl anlatıcaz yahu?” diye soruyor. "Kendi sesinden etkileniyor salak!"
Orada, büyülenmiş gibi, dimdik uyuyor karşılıklı, hem hasta hem psikiyatr...

FossurGama Sunar: Kıyı Boyunda

Gacır gucur sesler. Sarmaş dolaş yürüyen çiftin dişi olanı kulaklarını kapatırken yüzünü buruşturuyor. İnleyip havlıyor, Yeniköy sahilinde dolaştırılan cins cins köpek. “Bu ses de ne lan?” diyor çekirdek çıtlatan iki denyo. Gacırtı gucurtu sürüyor. Orada... Bir akvaryuma ip bağlamış, denize bakınarak dolaştırıyor süs balıklarını bir adam...

Araplara Şiş Kebap

Ulusalcılığa atıp tutmayı meslek edinen, küreselleşen dünyada bu türden hezeyanları ilkellik olarak tanımlayan bir sürü liboşun Türk Milli Futbol Takımı'nın başarılarını sahiplenmeye kalkması, açılın Türkler geliyor namelerini sütunlarına taşıması ne yaman bir çelişki değil mi?
Bu arada hükümet sınırsız toprak satışıyla ilgili kanunu çıkartmış, GAP projesi falan ayağına cilayı çekerek Araplara doğuda hektar hektar tarım arazisi satmanın yolunu açmış, kendi topraklarımızda başka bir ülke tarım yapıp hem iç tüketimlerini bedavaya getirecek hem de, buraya dikkat, iç pazara, yani bize üstüne kâr koyarak satacakmış...
Tarımı destekle kalkındırıp, buğday fiyatının petrolünkiyle eşitleneceği bir dönemde dünya piyasalarında aktif rol oynamak varken, kendi çiftçisi başka bir ülkenin ayrıkçısı durumuna düşecekmiş...
Hayır, bu konular değil onları ilgilendiren.
Memleketi sevmek devlet kontenjanından gezilere gidip caka satarken halkın zayıf noktalarını kaşımaktan başka bir şey değil artık.

21 Haziran 2008 Cumartesi

Bilen Var Mı?

Şu Fatih Terim Türk Milli Takım'ına ne oynatıyor, bilen varsa geri gelsin. Bizim Saykoseko zamanında tavlada kaos teoremi geliştirmişti. Saçma sapan oynuyordu. Hiç düşünmeden. Bayağı da bir oyun aldı böyle. Herhalde o da öyle yapıyor. Sonunda tanrının kafası karışıp işin ucunu bırakana kadar...
Gerçi Rıdvan şimdi açıklar her şeyi ama... Ha ha ha. Ben anlamam yine.

20 Haziran 2008 Cuma

Cücüye İmaj

Bazen fili at gibi ustaca kullanan bir Cüneyt Arkın hayal ediyorum. Herkeste midili onda fil. Önce terkisine iple bağlı eşeğe, sonra oradan atlıyor yere. Çıkarken de trambolini kullanıyor tabi. Ulan o kadar uçuk film yapmışlar bir tane böyle sahne yok.
Bir kere de burnun tek yarısını kapatıp diğer delikten sümük fışkırtarak bir Bizanslıyı saf dışı bıraksın, o da yok.
Bi dakka arkadaşım, bi izah edeyim de yok.
Ohoooo

Yemin Billah Serisi: Kötü Haber

Bir arkadaşımın Samsun’dan arkadaşının başına gelen olay hayli şaşırtıcı: Hani insanlar kötü bir haber aldıklarında saçları bembeyaz falan olur ya. Bu da, babasının ölümünü öğrendiği anda birden çinliye dönüşüyor. Derisi sapsarı, gözleri çekik, dişleri hafif dışarı çıkık şimdi. Şaka değil. İstanbul’a geldiğinde ben de tanıştım çocukla. Çinli falan değil, halis mulis Türk olduğuna inanmıyor kimse…

FossurGama Sunar: Kazazedeye Yardım Etmek Sevaptır

Önce sudan çıkan plop sesi, hemen arkasından da tüyler ürpertici bir çığlık. “Yetişiiin, imdaaat, denize düştü denizeee.”
Vapurun giriş bölümündeki açıklık bir anda onlarca insanla kaplanıyor. Ömer de onlardan biri. Denizde, batıp çıkan zavallı adamı gördüğü anda büyük bir kararlılıkla dönüp bakınıyor sağına soluna. Aha! İşte orada. Koşturup duvardan can simidini söktüğü gibi dönüyor. Bir gözünü kapatıp nişan almasıyla savurması bir oluyor. Müthiş bir isabet. Havada süzülüp pat diye boynundan geçiveriyor kazazedenin ve zavallı adam bir anda, batıp yitiveriyor ortadan…
“Aaaa!”
“Naaptın bilader yaa, naaptın!” diye bağırıyor çımacı. “Süstü o yaa, alçıdan yapılmıştı.”
“Hay Allah,” diyor Ömer kafasını kaşıyarak. “Ben de niye o kadar ağır demiştim, demek şeymiş…”
Aval aval, bir denize bir Ömer’e bakıp duruyor dehşet içinde kalmış insanlar…

Kim Olduğumu Biliyor musun?

Havaalanında uzun bir kuyruk.
Adam herkesin önüne geçip biletini uzatır.
Görevli, “Beyefendi lütfen sıraya girin,” der.
Adam öfkelenir, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”
Görevli eline mikrofonu alır, havaalanına şu anonsu yapar: “Burada kim olduğunu bilmeyen biri var. Tanıyan varsa lütfen gelsin alsın.”

(Gündüz Vassaf’ın Radikal Kitap’taki söyleşinden alıntıdır)

18 Haziran 2008 Çarşamba

Papaz İmam Elele

Şerif Mardin "Cumhuriyetin öğretmeni mahallenin imamına yenildi," diyor.
Victor Hugo ise 200 yıl kadar önce "Her köyde öğretmen denen, yanan bir ateş var. Ve yine her köyde papaz denen, bu ateşi söndüren biri var," diyor.
Fransa'nın neden büyük bir ülke olduğunu, Türkiye'nin ise neden geri kaldığını, basit bir zaman atlamasıyla ustaca gösteren örnek tiyatro sanatçısı Nihat Mürşitpınar tarafından ortaya konmuş.
(Alıntı: Vaziyet - Deniz Som)

Yemin Billah Serisi: Kırda Gezinti

Bir arkadaşımın Konya’dan bir arkadaşı yaz günü kırda gezmeye çıkmış. Epey bir yürüdükten sonra, yorgunluk artık ayaklarını külçeye çevirdiği vakit, olduğu yere çöküp huzur içinde kuşların, rüzgarın sesini dinlemeye başlamış. Ve tatlı bir uyku ele geçirmiş onu ansızın. Tekrar gözleri açıldığında ilk işi refleksiv bir hareketle kolundaki saate bakmak olmuş ama ne akrebi ne de yelkovanı görebilmiş, elinin simsiyah olduğu gerçeği kafasına dank ederken. Ağzından iğrenme sesleri dökülürken hemen ayağa atmış kendini. Bir dansçı gibi çevresinde dönüp, siyaha dönüşmüş bacaklarına, omuzlarına, ayaklarına bakıyormuş, aklını yitirmişçesine... O haliyle, ayıla bayıla hastaneye ulaşmayı başardığında beş yüze yakın kene çıkartmışlar vücudundan…
Ha ha haaa.

FossurGama Sunar: Canlandırma – Hastaneden Kaçış

Narkozun etkisinden kurtulup, doktorları falan ittirerek ameliyattan kaçmış, üstünde arkasını açıkta bırakan yeşil bir ameliyat giysisinden başka bir şey olmaksızın hastanenin bahçesinde koşturan bir adam canlandırın gözünüzde… Arkasında hastabakıcılar ve iki üç hademe. Kafatası açık. Koştururken beyni, plop plop zıplayıp tekrar iskeletin içine düşüyor ve her seferinde çarpılmış gibi, ya da elektrik verilmiş gibi, tüyleri diken diken olurken kasılıverip tekrar koşmaya başlıyor zavallı…

13 Haziran 2008 Cuma

FossurGama Sunar: Beklenmedik Telefon

Akşam karısının önüne koyduğu çayı tam yudumlamaya başlayacakken telefon çalıyor.
“Baksana Kerem, benim elim yaş,” diyor karısı.
Gözünü televizyondaki diziden zorlukla alarak ayağa kalkıp ilerliyor Kerem. Ahizeyi kaldırıyor… Boğuk bir ses. Yabanıl ama kendi sesi. Tüyleri diken diken olurken zorlukla yutkunabiliyor Kerem.
“Ben bilinçaltınım,” diyor kendisi fısıldarmış gibi. “Sana delirdiğini haber vermek için aradım.”
Gözleri yuvalarında fıldır fıldır dönerken koridorda durmuş, merakla ona bakan karısını görüyor.
“Kimmiş?” diyor karısı.
Cevap vermiyor Kerem. Kafasını telefonda konuşulan şeyleri tasdik amacıyla emme basma tulumba gibi bir iki kez salladıktan sonra, bomboş bakışlarla koltuğuna geri dönüp çayını içmeye devam ediyor.

Yemin Billah Serisi: Allahın İşi İşte

Bir arkadaşımın, Trabzonlu bir tanıdığının başına gelen olay şöyle: Her zamanki gibi Cuma namazına gidiyor adam. Ama sıkıntılı. Çünkü eğilip kalkarken bir türlü aklından gitmiyor yan komşusu. Kıçı, bembeyaz göğüsleri, dolgun dudakları falan geçit töreni yapıyor önünde. Bu, kafasını sallıyor, bacağını falan çimdikliyor başka bir şeyler düşünmek için ama nafile. Bir türlü konsantre olamıyor namaza. Tam herkesle birlikte, öylece, hâlâ kafasında o kadın, dışarı çıktığında bir ağrı hissediyor kasık tarafında. Çişinin geldiğini anlıyor ama ağrıya bir anlam veremiyor. Hemen koşturuyor tuvalete ve önünü bir de açıyor ki şeyi, yani dalgametresi düğüm olmuş. Hem de gemici düğümü. Elini götürüyor sanki açabilirmiş gibi ama dokunmayı bile beceremeden paldır küldür yere düşüp bayılıyor. Onu orada, öylece bulan ahali taksiye atıp hastaneye götürüyor ve doktorlar zar zor açıyorlar şeyindeki düğümü. O hiçbir şey anlatmasa da ve aradan tam tamına beş yıl geçmesine rağmen hala bu konudaki spekülasyonların ardı arkası kesilmiyormuş yörede…

FossurGama Sunar: Kalkış ve İniş

Tüm o sarsıntıdan sonra içine çöreklenen korkuyu atmaya çalışıyor astronot David. Gücü tamamen çekilmiş kollarını önüne getiremiyor. Ekranda sevinen yer takımının cızırtılı görüntüsü bir şey ifade etmiyor ona. İçindeki boşluk, bilinmezliğe doğru atılan adımın getirdiği yalnızlık… Birden haşırt diye açılıyor kapı ve bağırıyor takım lideri Selznik:
“Sürpriiz!”
Kalbi duracak gibi oluyor David’in. Gözleri pörtlüyor. Koltuğunda debelenip kaçmaya çalışıyor. Anlayamıyor noolduğunu orada, kapıdan uzanan başlar kakır kakır gülerken.
“Haa ha haaa. Daha kalkmadın ki oğlum,” diyor Selznik. “Şaka yaptık.”

10 Haziran 2008 Salı

FossurGama Sunar: Danışma

Havaalanında gazetelere göz atarken kendi isminin bangır bangır öttüğünü duyuyor havada: "Sayın Selim Tayyar, danışmaya bekleniyorsunuz. Acil!"
Böylece tekrar edip dururken Selim toparlanıp yola koyuluyor ve sora sora buluyor danışmayı. İçeride yaşlı, kel bir adam, önündeki bilgisayarla uğraşıyor parmağını tek tek tuşlara bastırarak.
"Buyrun," diyor Selim, peş peşe iki öksürükten sonra. "Ben Selim Tayyar."
Şöyle bir başını kaldırıp yine indiriyor adam. "Oturun bir saniye."
Oturup bekliyor Selim. Parmaklarını bacağının üstünde tıpırdata tıpırdata on dakikayı geride bırakıyor ve sonunda işini bırakıp ona bakıyor adam.
"Bize danışacağınız bir şey var mıydı?"
"Yoo," diyor Selim şaşkın.
Tekrar eğiyor başını adam ilgisiz. "Peki o zaman, gidebilirsiniz."
Hışımla kalkıyor ayağa Selim. Adamın yakasına yapaşıp iki tokat aşketmek istiyor ama o sırada yeniden isminin çağrıldığını duyuyor.
"Selim Tayyar, Selim Tayyar, lütfen danışmadan çıkınız."
Tek tek tuşlara basmaya devam ediyor adam, onu tamamen unutmuş...

FossurGama Sunar: Göster Bakayım

Salonda oturuyor misafirler. Yemek yenmiş, hoş bir sohbet yüzleri gevşetmiş. Beş yaşındaki piç suratlı oğlu içeri girince keyifle bağırıyor Abdullah. “Hişt, Serko, göster bakayım len ağbilere numaranı… Hadi oğlum, bak bekliyo herkes.”
Tezahürat başlıyor ve oğlan öyle fazla da naz yapmadan şakkadanak indiriyor pantalonuyla donunu. Hoppaa! Alkışlar gırla giderken, “Hayır yaa, durun bi, numara bu değil ki?” diye susturmaya çalışıyor Abdullah onları ve sesleri kesilirken, şaşkınlık içinde küçük çocuğun poposuna dikiyorlar gözlerini. Daha çok kulakları aktif rol oynuyor aslında, çünkü resmen cıvıl cıvıl bir bülbül sesi geliyor oradan…

FossurGama Sunar: Gökdelendeki Ses

Binada herkes odalarından, katlarından dışarı fırlamış yeri göğü kaplıyan sesi dinliyor. Bazıları yoğunluğuna katlanamayıp kulaklarını tıkamaya çalışıyor avuçlarıyla. Güvenlik birimleri, kaynağını bulmak için etrafta koşuşturup duruyor... Eskiden avcılık yapmış bir herif “Bu şeye benziyor,” diyor. “Sanki, evet ya, ördek çağırmak için kullandığımız düdüğe… Kızışmış dişi ördek sesi!”
O sırada bir kadın, parmağın pencereden dışarı uzatmış, bağırıyor. “Bakın! Ördeklere bakın!”
Oraya koşturanlar görüyor ki, yüzlerce ördek, üstlerinde patlayıcılar, kanatlarını sakin bir ritmde sallayarak yaklaşıyorlar binaya…

Yemin Billah Serisi: Dilenci

Bir arkadaşımın Ankara’dan iki arkadaşının başına gelmiş: Mahallelerinin girişine çöreklenmiş bir dilenciye git gel takılıyorlar ve hep aynı yanıtları alıyorlarmış. Para verseler vermeseler dua edip, Allah razı olsun diyen bu herif çarpılmış ağzıyla da mütemadiyen gülüyormuş. Biraz gıcık olma durumu gelişmiş ve bir gün aralarından birisi dilenciyi iyice bir zorlamaya kalkmış. Espri, dokundurma, direkt hakaret… Cık. Hep aynı tepkileri almış ve akşam planını anlatmış arkadaşına. Bu işte bir iş olduğundan emin olduğu için, izlemeleri gerektiğini söylüyormuş. Böylece, hava kararmaya yüz tutarken, içe dönük bacağıyla ve çarpık kollarıyla, değneklerinin üstünde zorlukla ilerleyen adamın peşine düşmüşler. Boktan bir mahalleye kadar çaktırmadan izlemişler ve döküntü bir eve girince de arka tarafa dolaşıp camı kırılmış pencerenin iki yanına dayanmışlar. Bomboşmuş içerisi. Ne bir koltuk ne bir iskemle… Hiçbir şey. Yarım saat kadar, onlar pencerenin dışında, dilenci de duvarın dibinde, suratında aynı gülüş, durup beklemişler. Ve o sırada iki kişi girmiş içeri. Bunların aşırı telaşlı görünen japonlar olduğunu görünce dumur olmuş çocuklar. Ama bu daha başlangıçmış. Japonlar, kuşkuyla çevreye bakınıp, aceleyle dilencinin başına çökmüşler ve işte bomba kısım geliyor: Kolları, bacakları vida yerlerinden sökerek hala gülmeye devam eden dilenciyi parçalara ayırıp özel bir çantaya doldurmuş ve hızla uzaklaşmışlar oradan. Haa. Evi de ateşe vermişler. Bu konu üzerine çok fazla kafa yoran ve iki ay kadar ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde kalan tipler, Japonların az gelişmiş ülkelere robot dilenciler sürüp bu işten ülkelerine bayağı bir kaynak aktardıklarından eminler. Dilenciyi de, onlar kıllandığı için tedavülden kaldırdıklarından…

FossurGama Sunar: Arabaya Binmek

Evden çıkarken gözleri kuşkulu, kaşları çatık Adem beyin. Dikkatle bakıp da bir şey görmeyince az buçuk rahatlıyor, ama yine de fazla gevşemiyor. Sağa sola uzanıp iyice gözden geçiriyor arabasını ilerlerken. Ve galiba, evet, hafif hafif bir titreşme… Öyle mi gerçekten! Emin olduğu anda, “Ulaan, ulaan!” diye bağırarak koşturmaya başlıyor ve arabanın arkasından pantalonunu toplayarak fırlayıp kaçıyor derbeder bir tip. Öylece, o önde Adem bey arkada, küfürler havada uçuşurken koşup gidiyor ve yokoluyorlar sokak aralarında. Haklı Adem bey. Bu deli; yalamayı, okşamayı falan bırakmış, şimdi de resmen egzosundan tecavüz etmeye yelteniyor kız gibi Clio’suna…

FossurGama Sunar: Oyuncu Değişikliği

Tabelayı kaldırıyor üçüncü hakem. Hasan dizlerini yukarıya çekip, bir seyircilere bir oyuna bakarak bekliyor kenarda. Heyecanı belli oluyor yüzünden. Oyun durur durmaz kenarıya doğru koşturuyor orta saha oyuncusu Bülent. Ellerini birbirine çarpıyorlar ve alkışlar içinde başlangıç noktasına doğru hareketleniyor Hasan. Hocanın talimatlarını gerekli kişilere bağırarak yerine ulaştığında son bir esnetme hareketi daha yapıyor ve birden, krak diye bir sesle kalıyor yerinde. Pozisyonunu bozmadan zar zor elini kaldırıp yardım dileniyor. Sağlık görevlileri sahaya dalıp onu bir sedyenin üzerinde dışarıya taşıyorlar ve hiç ses çıkarmadan, büyük bir suskunlukla seyrediyor seyirciler olan biteni.

Nankör Yoksulun Mizacı

Piero, nankör yoksulun şöyle bir mizacı vardır: Ona yardımcı olup gereksinmelerini karşıladığınızda, ona verdiklerinizin artıklarınız olduğunu söyler; iyilik olsun diye bir yapıtınızda onu da çalıştırdığınızda, zorlandığınızı, kendi başınıza işin içinden çıkamadığınız için onu çalıştırdığınızı söyler; yapılan bütün iyiliklerin iyilik yapanın yararına olduğunu söyler; yapılan iyilikler inkâr edilemeyecek kadar bariz olduğunda da, nankör kişi, iyilik gördüğü kimsenin bir yanlış yapmasını, yüklenmiş göründüğü yükümlülükten kurtulmak için ona kara çalacak fırsatın belirmesini bekler...
MİCHELANGELO

9 Haziran 2008 Pazartesi

Reklamlara Üstten Bakış - Euro 2008

Futbolcu analarımızı susmaya ve evinin kadınlığına dönmeye davet ediyorum. Çağrıma kulak verirlerse hepimiz daha mutlu olucaz, bundan eminim.
Bir de sormak istiyorum: Böylesine garip bir senaryoyu okuyup da oynamayı bir insan nasıl kabul eder? Şu da var: Hangi ucube sakat reklamcı kafası Türk milli takımı analarına, kaynana programlarının ötesinde diyaloglarla böylesine bir aşağılık kompleksini reva görme cesaretini kendinde bulur.
Aaah ah.

Futbol ve Milliyetçilik

Boniface'ın Futbol ve Küreselleşme'sinden: "Herkes, futbolun milliyetçiliğe ne kadar ihtiyacı olduğunu anlatıyor, oysa belki milliyetçiliğin futbola daha fazla ihtiyacı var. Bir ulusu bayrak altında bir araya getirmek için siyaset, ekonomi, kültürel aktiviteler çoğu zaman yetersiz kalırken, bir futbol müsabakası bütün bir milleti aynı doğrultuya çevirebiliyor..."
Uğur Meleke'nin Glokal köşesinden alınmıştır...
Sanırım gereken şuursuz milliyetçilik değil, halkı sömüren mihrakların oyunlarını bilen ve ona göre tavır almayı beceren, üretimle, yaratıcılıkla, azimle ve ulusumuzun bitmek tükenmek bilmez direnciyle bir güç olarak ortaya çıkıp bireylerini ezdirmeyen bir ülkenin hedefe dönük milliyetçiliği.
Ortaya ne bir sistem ne de bir felsefe koymayı beceremeyen, verilen sınırsız yetki içinde futbol altyapısını arapsaçına çeviren muhteşem şişingen antrenörümüz ve tepeden inme balon federasyonumuz, içi boş milliyetçiliği pompalayan ve ondan nemalanan sadece dışı havalı aktörler olarak müthiş bir gücü heba etmeyi başarıyorlar. Devletin her kademesinde görüldüğü gibi... (En azından din olgusu burada devre dışı kalıyor. Ona da şükür.)
Orhan Pamuk ise saf aristokrat ağızlarıyla küresel güçlerin bir ülkenin üstüne biçtiği rolü hatırlatan bir demeç vererek, kapitalizmin böl yönet mantığı içinde ulusal değerleri ve milliyetçiliği zayıflatma projesinin ana mantığını bir kez daha sözlerinin alt metni olarak sunuyor. Sanki küresel etik değerler ve ekonomik paylaşım güdüsü tüm dünyaya dalga dalga yayılıyormuş da ulusal tepkiler ve milliyetçilik ilkel hezeyanlara dönüşüyormuş gibi. Sanki sömürü, emek, kapitalizm laflarında anlamını bulan o müthiş güç-kaos evreni yerini toplu ütopik bir paylaşım evresine bırakmış gibi.
Sanki şu zamanlar, satranç tahtasındaki diğer fakir ülkeler gibi, onurlu bir şekilde ayakta kalmak ve ucuz işgücü piyonları olmaktan kurtulmak için sağlıklı ulusal bir stratejiye, hedefi olan bir milliyetçiliğe her dönemden çok daha fazla ihtiyacımız yokmuş gibi...

7 Haziran 2008 Cumartesi

Sıfır İnsanları

Ne konuşuyor bu adamlar, bilen var mı? 1900'lerde televizyon olsaydı, o zaman yapılacak tartışmalar, mantık yürütmeler, gerdan kırmalar göz süzmeler, banka hesaplarına akan paraların karşılığını vermek için demagojinin bokunu çıkarmalar. Politika bu ülkede bitmiştir. Sıfır tarihe bir çabuk dönüp her şeye en baştan başlamayı ümit etmekten başka elimizden bir şey gelmiyor. Yeraltında,suskunlar kulübüne gelin arkadaşlar. Gamlı Baykuş'u dinlerken bir bira içip bekleyin gülerek. Nasıl olsa boğulacaklar kendi kusmuklarında. Nasıl olsa, bizi görmeyecek cehaletin gözleri, kendilerini yaratan ve sonra fakirliğe, açlığa, onursuzluğun kucağına iten ultra yetkili mühim kişileri alaşağı edecek. Çünkü Frankenştayn hikayesinin tek bir sonu vardır. Uyduruk yönetmenler bunu asla değiştiremez.

Şeytanlık da Bir Yere Kadar

Rıdvan NTV'de programa çıkıyor ve utanmadan, sıkılmadan her şeyi Güntekin Onan'a soruyor. Portekiz'in sol açığının kim olduğunu, nasıl oynadığını, orta sahasında kimler olduğunu, gruptan kaçıncı çıktığını, nasıl bir oyun oynadıklarını... Şaka gibi.
Arkadaş seni oraya yoldan geçerken tutup zorla sokmuyorlar ki yahu. Para kazanıyorsun bu işten. Kendini şöyle bir sık da gidip en azından grubumuzdaki takımların maçlarını bir seyret. İki araştırma yap. Zahmet olacak.

6 Haziran 2008 Cuma

FossurGama Sunar: Vapur Arkası

Çaycı kapıyı açıp dışarı çıkıyor. “Var mı çay içen?” diye sorarken gözleri hızla, dışarıda oturmuş manzaraya, ellerindeki gazetelere falan bakan tipleri tarıyor. Birisi de kaldırmıyor kafasını. Şıpıdak şıpıdak arka tarafta asılı bayrağa doğru yürürken bir daha bağırıyor.
“Çay içen var mı abiler?”
Birden kalkıyor hepsi. Üstüne koşarlarken şaşıran çaycı hala elindeki tepsiyi düz tutmaya çalışıyor. Ama başarmasına olanak yok. Ellerinden, kollarından, bacaklarından yapışanlarla havaya kalkarken tüm çaylar yere dökülüyor ve bağırıyor o, “Nooluyo lan, hişt, durun lan!..”
Paldır küldür koşturup aşağıya, denize atıyorlar onu ve tekrar yerlerine dönüp sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi, iki dakika önce ne yapıyorlarsa onu yapmaya devam ediyorlar…

FossurGama Sunar: Gece Ziyafeti

Saat gecenin ikisinde sokakta yere, dizleri üzerine çöküp eğilmiş; kimbilir hangi vakit kim tarafından o mahalleye armağan edilmiş kusmuğu yalayan şu adamı aşırı sarhoş bir derbeder sanıp boşu boşuna alay ediyor, tek tük yoldan geçenler. Bir polis ihtiyatla yaklaşıp boşu boşuna tekmeliyor kalçasını. Uyurgezer o. Evinden yarım saat kadar önce, öylece uyuyakaldığı günlük kıyafetleriyle çıkıp bu sokağa sapan ve rüyasında lezzetli bir Ali Nazik yediğini düşünen zavallı bir adam sadece.

5 Haziran 2008 Perşembe

Yemin Billah Serisi – Basket Maçı Nasıl Seyredilir?

Bayağı bir oldu. Fenerle Galatasaray arasında basketbol, final maçı oynanacaktı. Gece babamın bir arkadaşı oğluyla birlikte geldi. Tanıştık, hoşbeş ettik, yemek falan yenildi ve zaman geldi maç başladı. Birkaç atak sonra ilk sayıyı Galatasaray atınca, adam ve oğlu pat diye ayağa kalkıp kapıya doğru yöneldiler. “Nooldu yaa?” diye sordu tabi bizimkiler. Hem adam hem de oğlu, “İlk sayıyı Galatasaray attı, maçın sonucu belli,” diye ısrar edip çekip gitmez mi? Mal gibi bakakaldık arkalarından. Galatasaray gerçekten de kazandı maçı ama bunun ilk sayıyı atmalarıyla alakalı olduğunu sanmıyorum…