30 Kasım 2007 Cuma

ANILAR KİTABI - 5. BÖLÜM 1. ANLATI

Cillo Usta’nın bazı şımarık öğrenciler için geliştirdiği bir yöntem vardı. Onları hapse girecek azılı suçluluların vücuduna sokardı, küçük bir adliye gezisiyle ve beş yıl kadar da orada tutardı olgunlaşmaları için. Öğrencinin içine geçen katil de holdingte getir götür işlerinde çalışırdı ve bu iki taraf açısından da müthiş bir öğretiydi.

(Kayıp Ülkenin Masalları'ndan)

Fuşan Yuan Dedi ki:

Dünyada kolayca büyüyen şeyler vardır kuşkusuz, fakat bir gün sıcak, on gün soğuk verilerek yaşayabilen hiçbir şey görmedik şimdiye dek.
En yüksek Yol akın gözlerinden önce kesinlikle oradadır, dolayısıyla görmesi zordur, fakat güçlü iradeli olmak ve uygulamada güçlü olmak şarttır.
Ne yapıyor olursanız olun, buna dikkat edilmelidir. Bir gün inanır, on gün kuşku duyarsanız, sabahları çalışkan, akşamları tembel olursanız, gözlerinizin önündeki Yol'u görmekte güçlük çekmekle kalmaz, fakat korkarım yaşamınızın sonuna dek bu Yol'a sırtınızı dönmüş olursunuz.

Deliler Evinden Manzaralar 3.1

(Sayko ile ortak macera ortak hikaye. Çılgınlık dolu dizgin devam ediyor.

İlk Bölümler - Deliler Evinden Manzaralar 1 - Deliler Evinden Manzaralar 1.9)

...

“Çünkü,” dedim, “uzaylı uyanmış, bizi takip ediyor.” Gerçekten de deli danalar gibi koşuyordu arabanın arkasından. “Aman abi,” dedi Murat. “Beni dövecek, niyeti bozuk bunun.” “Yorulduğu falan da yok,” dedi Sayko. “Sıçtığımız yere kadar kovalayacak, belli.” “Hay senin kafana sıçayım,” dedim. “O tavayı elime tutuşturup aklımızı karıştırmasan.” Devam edemedim lafa. “Bakın,” dedim telaş içinde. “Yokoldu aynadan.” “Çünkü, yanımızdan geçiyor abi,” dedi Murat. “Aman diyim. Sen buraya geçsene kardeşim” “Arabayı solladı bile, lan dur,” dedi Sayko, koltuğun diğer tarafına konulmuş olarak. O sırada gördüm Uzaylı’yı. Ben yüzle giderken o yüz ona basarak yavaşça sıyırtıp öne geçmişti. “Niyeti ne lan bunun?” diye sordu Murat. “Bence bizle alakası yok, başka bir yere koşuyor,” dedi Sayko. “Bence yarışmak istiyor. Belki arabaları da canlı varlıklar zannediyordur,” dedi Murat. “Kerhaneye koşuyor olmasın lan böyle,” dedim ben ve güldük hepimiz. İşte o sırada zınk diye duruverdi uzaylı. Hepimizin ağzından bir “Aman!” lafı da aynı anda çıktı. Asıldım frene ama geç kalmıştım. Aramızda zaten beş metre falan varken işe yaraması imkansızdı. Ve çarpışma sesi falan çıkmayınca dumur içinde aynaya baktım hemen. Orada, arkada kalmıştı. Ama yolda değil. Arabanın içinde, Sayko’yla Murat’ın arasında oturuyordu. “Zıbırk tk kııııskk,” diyerek Murat’a bir tokat çarptı. Fakat ilginçtir, hiçbir şekilde acısını belli edecek bir ses çıkmamıştı arkadaşımızdan. “Yumuşacıktı be!” dedi sonra. “Zıbırkk!” dedi Uzaylı. “Ana!” dedi Sayko ve ben de dönüp bakınca yüzüm gerilip, pörtleyen gözlerime eşlik etti. Murat’ın yanağında pembe bir lale açmıştı. “Nooluyo oğlum,” dedi Murat hiddetle. “Ne var!” Ardından cevabı falan dinlemeden elini yanağına götürdü ve dalla bitkiyi dokuna elleye hissedince aklı başından gidip kopartmaya çalıştı. Ama canı öyle bir acıdı ki, hemen bırakıp aynaya baktı. “Hassiktir, naapıcam oğlum şimdi ben?” dedi ağlayacak gibi. “Pembe bir laleyle kim bakar artık yüzüme.” Aslında müthiş bir ders vermişti Uzaylı ona ama sesimi çıkartmayı götüm yemedi. “Radyoyu açsana abicim,” dedi Sayko. “Biraz müzik dinleyelim de kafamız dağılsın.” Radyoyu açtım ve tırsık bir ifadeyle arada uslu uslu oturan Uzaylı’yı süzdüm. Benim için neler planlıyordu acaba ibne. “Pıkıssk!” diye bir ses çıkardı ve ağzından çıkan mavi pembe baloncuklar arabanın içine dağılıp uçuşmaya başladı. “Al işte,” dedim mırıldanarak. “Hay anasını be, büyüyor di mi?” diye sordu Murat. Aynadan göründüğü kadarıya yapraklar boynunu sarmaya başlamıştı. “Yok lan,” dedim yalancıktan. “Ana!” dedi Sayko. “Şansa bak. Deep Purple koydular.” Uzaylı’ya döndü sonra. “Siz ne tür müzik dinliyorsunuz acaba?” Ama yaratık ona cevap vereceği yere, soluna dönüp Murat’ı tuttu gövdesinden. Parmakları büyüyüp vücudun her yerini ele geçiriverdi bir anda. “Ulan ne intikamcıymış bu da kardeşim,” diye bağırdı Murat. “Ama ben sana yapacağımı bilirim.” Güçlü, koca yumruğunu havaya kaldırsa da vuracak zamanı bulamadı. Bir anda sallayıp radyonun içine attı onu Uzaylı. Sayko hemen öne geldi ve radyoya bakarken omuzumu yakalayıp var gücüyle sıkmaya girişti, düştüğü şaşkınlıktan kurtulma isteğiyle. “Ulan dur,” diye bağırdım acıyla. “Abicim, Murat da gitti,” dedi Sayko. “Onu da botanik bahçesine göndermiştir,” dedim ben. “Önce Sıla’nın film şirketine sonra da Belgrad Ormanı yolundaki şu Orman Müdürlüğü’ne uğrayalım. “Allah diyor ki, şuna bir yumruk çak,” dedi Sayko fısıldarcasına. Ama ondan tarafa bakmaya bile tırsıyordu Allahsız. “Uzzık zzk,” dedi Uzaylı. “Arabayı bırakıp kaçalım,” dedim ben. “Bu ibne Uzaylı’nın duracağı yok, sonraki kurbanlar bizleriz.” Kulağını dikip dinledi Sayko bir şeyleri. Baktım ona şüpheyle. “Nooldu oğlum?” “Şarkıyı dinlesene abicim,” dedi o. “Söyleyen...” Bir an bekledi. Sonra böğürdü birden. “Murat lan bu!” Dinledim ben de. İğrenç, tiz haykırışlarla Anyone’s Daughter’ı söylüyor, arada zıvanadan çıkarak, kafasına göre takılıp çığlıklar atıyordu. “Muraat!” diye bağırdım. “Duyuyor musun bizi.” “Duyuyorum abicim,” dedi bir ses. Hemen arkaya baktım aynadan. Sayko da yanına baktı dikelen saçlarıyla ve hala bi şekilde dönüşmekte olan Uzaylı, Murat olmasına ramak kala, boğazını zorlayarak arkadaşımızın sesini taklide devam etti: “Niye öhhö, duymayayım.” “Durdur arabayı,” dedi Sayko. “Kusmam lazım.” “Ha ha ha,” diye güldü daha yeni Murat olan Uzaylı ve kolu ve bacağı lastik gibi uzadı bana doğru. Suratıma tokadı yiyince ellerimi kaldırıp arabanın kontrolünü ona bıraktım usluca. Frene basıp direksiyonu yana kırdı hızlıca ve gördük ki on metre kadar ileride bir başka uzaylı otostop yapıyor. “Kilitle kapıyı abicim,” diye bağırdı Sayko. “Oğlum, herifler kapalı yerlerden geçiyor zaten, niye kilitleyeyim.” “O da doğru,” dedi Sayko. Kapı açıldı. Uzaylı eğilip içeri baktı. “Şıpırsk,” dedi arkadaşına. Murat rolündeki uzaylı, “Atla oğlum,” dedi gülerek. “Çok eğleniyoruz burada. “Tamam,” dedi diğeri ve Gamlı'ya dönüşerek ön koltuğa geçiverdi. Gamlı’nın anısına koyduğumuz kağıt, koltukla kıç arasında kalıp ezilmiş, ben kapıyı açıp kaçmaya başlamıştım. Ama....

(Devamı Saykolog'da. Deliler Evinden Manzaralar - S.O.S)

29 Kasım 2007 Perşembe

Lingyuan Dedi ki:

Bir taşı kesip parlattığın zaman, ovuştururken azaldığını görmezsin, buna karşın, zamanla yıpranır gider. Bir ağaç diktiğin ve baktığın zaman arttığını görmezsin, ama zamanla büyür.

Sürekli pratikle erdemi biriktirdiğin zaman, yararını görmezsin, fakat zamanla işlemeye başlar. Doğruyu bir kenara atıp gerçeğe karşı geldiğin zaman, zararını görmezsin, fakat zamanla yok olursun...


Liderlik Sanatı - Zen Dersleri Kitabı'ndan

Huitang dedi ki:

Uzun süre ihmal edilen şeyler hemen onarılamazlar.

Uzun süre biriken hastalıklar hemen iyileştirilemezler.

İnsan sonsuza dek hoşça zaman geçiremez.

İnsani duygular tamamen doğru olamazlar.

Belalar kaçmaya çalışmakla bertaraf edilemez.

Bu beş şeyi kavramış herkes sıkıntı çekmeden dünyada yaşayabilir.


Liderlik Sanatı - Zen Dersleri Kitabı'ndan.

Anlamadığım Şeylerden

Dilsizler neden vantrolog olmuyor? Madem ağız işlemiyor, çalışıp karınlarından konuşsunlar, di mi. Çok ilginç!

28 Kasım 2007 Çarşamba

FossurGama Sunar: Canlandırma – Kurt.

Gözünüzde bir koyun sürüsü canlandırın. Tam ortalarında, koyun postuna bürünüp aralarına karışmış bir kurt da var ve av peşinde falan koşmayı bırakmış güzel güzel, neredeyse büyük bir huşu içinde ot yiyor.

Deliler Evinden Manzaralar 1

Morallerimiz bozuktu. Evden bir an önce çıkmamız gerekiyordu. Ilımlı islamcı kapitalist güçler az önce arayıp mutfağa bomba yerleştirdiklerinin ihbarını yapmıştı. “Nereye gidecez lan gece gece?” diye sordu Murat. “Evden çıkmaya gerek yok, mutfağı kullanmayalım yeter,” dedi Sayko. “Oğlum, niye mutfakta konuşuyoruz o zaman lan?” dedim ben. “Pasta muhteşemmiş abicim,” dedi Gamlı. “Hangi pasta?” dedi Murat. “Buzdolabının üstündeki işte,” dedi Gamlı. “Pasta falan yapmadık biz,” dedi Sayko. Birden bağırdım ben. “Tamam lan, bomba o olmalı!” Hepimiz Gamlı’ya, o da hemen midesine baktı ve “Hassiktir!” dedi yüzü kireç gibi. “Bizim çıkmamıza gerek yok o zaman,” dedi Sayko. “Gamlı alsın voltasını.” “Hiçbir yere gitmem söyleyim,” dedi Gamlı. “Ya çıkarırsınız şunu karnımdan ya da hep beraber patlarız. O kadar!” “Ben içeri gidiyorum abicim,” dedi Murat. “MSN’den bir şey yazmam lazım.” Ona şöyle bir göz atıp yine konumuza döndük. “Noolacak şimdi?” Bunu söyleyen Sayko’ydu. Tam cevap verecektim ki birden acayip bir gürültü duyduk. Osuruk sesiydi bu ama saçlarımız niye uçuşuyordu o zaman. Beş saniye falan sürüp durduğunda müthiş bir koku sardı her yeri. “Oha be!” diye bağırdı içerden Murat. “Patladı galiba,” dedi Gamlı. Salona doğru uçuşan yatak örtülerine bir göz gezdirip “Bi daha tuvalete git arkadaşım,” dedi Sayko “Bu ne yaa!” “Sen iyi misin?” diye sordum gevşek gevşek gülümseyen Gamlı’ya. “Hiç bu kadar iyi olmamıştım,” dedi o. “Harbiden... Sanki... Neyse bi sigara versenize...” “O zaman çıkmıyoruz di mi dışarı?” diye sordu Sayko. “Hadi winning eleven oynayalım.” Cümlesi biter bitmez de zil çaldı. Yine birbirimize baktık. “Ne bakıyosunuz lan?” dedi Sayko, bakışmalar uzun sürünce. Harbiden kıllanmıştı. “Oğlum,” dedim. “Sadece...” Murat yanımızdan hışımla geçip “Lan dur,” diyemeden otomata bastı. “Niye açtın oğlum?” dedim. “Siz niye açmıyonuz abicim, her işi ben yapıyom ya,” diyip yine MSN’in başına döndü. Her ayak darbesi gümbür gümbür sallıyordu evi. “Kim ki lan gece gece?” diye sordu Sayko. Sigarasından keyifli bir nefes daha çeken Gamlı. “Demek ikinci cumhuriyetçilerin sırrı buymuş,” diye mırıldandı. Geriye doğru çekildim yavaştan. Kapının önünde olmalıydılar. Bir daha çaldı zil. “Hay anasını be,” dedi Sayko. “Naapıcaz abicim?” “Aç işte,” dedim. “En büyüğümüz sensin,” dedi Sayko. “Sen aç.” “Oğlum,” dedim. “Bu su küçüğün olayı değil ki, kapı. Öyle bir...” Bir daha çaldı zil. Ve Murat yanımızdan geçip “Hay ağzınıza,” diyerek haşırt diye açtı kapıyı. Ağızlarımızdan çıkan ses şöyle bir şey oldu bundan sonra: “Hiiii! Ehitebıııı!” Gözlerimiz de pörtlemiş, kıç deliğimiz de ani bir büzülme yaşayıp iyice kilitlemişti giriş çıkışı... Tabi Gamlı’nınki hariç. Murat kimin geldiğiyle ilgili olmadığı için söylenerek MSN’inin başına dönerken mal gibi bakmaya devam ettik. Karşımızda bir uzaylı duruyordu! “Abicim, şu çoluk çocuğa bi şey söyleyin, bokunu çıkarmışlar işin,” diyerek öne geçti Gamlı ve önce yaratığın tek boynuzunu sonra da plastik zannettiği krem rengi pullu derilerini çekiştirdi. Sonra mora dönen suratıyla geriye çekilmeye çalıştı ama ayakları havada gereksiz bir şekilde oynadı, çünkü uzaylı onu tutmuş, havaya kaldırmıştı çoktan. Arkadaşımızı bir parmağının ucunda müthiş bir hızda çevirirken bize şöyle dedi. “Zıbııık zııık tsık sk.” Helikopter gibi ses çıkarıyordu Gamlı şimdi. “Murat şunu görse iyi olur,” dedi Sayko. “Çiroz gibi ama güce bak.” “Aaaabiiii, ya yaa yardım...” Dönüp durmaktan saçtığı salyalar hiçbir anlam ifade etmiyordu arkadaşımızın. “Yaa kapasana ağzını,” diye bağırdı Sayko. “Bir kız gelmiş, seni soruyor Murat,” diye bağırdım. Anında kapının orada bitti ve karşısındaki yaratığa ilk kez bakmayı başardı sonunda. Sonra “Tanışmıyoruz ama..,” diye lafa başladı. “Zusuıık zuk sk,” dedi uzaylı. “İnternetten bakayım mı, belki çevirisi vardır,” dedi Sayko. “İçeri girsenize,” dedim ben. “Bir çay falan içer misiniz?” “Ha ha ha,” diye güldü herkes ben çay deyince. Gamlı’nın ağzı yine açılınca üstümüz başımız salya oldu. Bu esnada sokak kapısı açıldı. Üst komşumuz İbrahim amca, “İyi akşamlar çocuklar,” diyerek merdivenlerden çıkıp kayboldu. Uzaylı Gamlı’yı çevirerek içeri girdi aynı zamanda. Doğruca salona yürüdü. Peşinden seyirttik. Gamlı öylesine bir dönüyordu ki, arada uçacak gibi olup yine parmağa düşüyordu. “Nereye gidiyor lan bu kaltak?” diye sordu Murat. “Tanımadığımı söyledim, hala... “Oğlum uzaylı o, görmüyor musun?” dedi Sayko tilt olmuş bir halde. “Siktir lan!” dedi Murat. İnanmamıştı. Uzaylı ise o esnada televizyonun yanına varmıştı. Gamlı’yı döndürmeyi bırakıp dimdik tuttu ve ekrandan içeri atıverdi. Yok olmuştu arkadaşımız. “Hassiktir,” dedim ve diğerleri de katıldı hislerime. Kuru, incecik parmak uzanıp düğmeye bastı sonra ve karanlık yerini görüntülere bıraktı anında. Oturdu uzaylı koltuğa. “Szıkk bık kturk,” diyerek ekranı gösterdi. Açık olan kanalda Sıla oynuyordu. Ama. Aha. Evet. Başrolde Gamlı oynamaktaydı. “Ha ha haa!” diye güldü Murat. Sonra uzaylının yanına oturup kolunu omuzuna doladı. “Ne herifmişsin sen be. Herkese anlatıcam bunu. Ha ha haa!” Gamlı iğrenç bir repliği söyleyip, yana dönerek, yüzüne yaklaşan kameraya baktı ve “Hay sikiyim, nerdeyim lan ben!” dedi şaşkınlıkla. Tüm seyirciler görmüş müydü acaba bunu? Görev bilinciyle tekrar baktı sonra “Aaa, neden öyle dedin canım,” diyen kıza ve “Seni kaybetmekten korkmasam,” diye yine saçmasapan bir diyaloğa girişti. Fakat her diyalogda olduğu gibi, son anda kendine geliyor ve “Siktir,” gibisinden bir şeyler patlatıyordu mal mal bize bakıp. Ratingler tavana vuracaktı bu gidişle...
(Hikayenin gerisini Sayko yazdı. Deliler Evinden Manzaralar 1.9 - saykolog.blogspot.com sitesinde..)

Demokrasi Ne Değildir – EMRE KONGAR

Demokrasi, emperyalizmin kuklalarının “halktan yetki aldık” görüntüsü altında ülkeyi yönetmesi değildir.

Demokrasi, ülke çıkarlarının emperyalistlerin çıkarları uğruna feda edilmesi değildir.

Demokrasi, terör eylemlerinin yeşereceği ve egemen olacağı bir ortam değildir.

Demokrasi, sayısal azınlıkların ya da sayısal çoğunluğun, mili ya da dini duyguları kötüye kullanarak ülkeyi faşizme ya da şeriatçılığa sürüklemesi değildir.

Demokrasi etnik bölücülük değildir.

Demorasi çoğunluk diktatörlüğü değildir.

Demokrasi, ülkeyi yönetenlerin demokrasinin önkoşulları olan laikliği, temel hak ve özgürlükleri, yargı bağımsızlığını ortadan kaldıracak eylemleri “sandıktan çıktık” gerekçesine sığınarak gerçekleştirmesi değildir.

Demokrasi tarikatların ve cemaatlerin egemenliği değildir.

Demokrasi feodal düzen, toprak ağalığı değldir.

Demokrasi kadınların ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeleri, evde oturmaya veya örtünmeye zorlanması, köleleştirilmesi değildir.

Demokrasi, kadınların “töre cinayetleri” adı altında katledilmesi değildir.

Demokrasi, liderler oligarşisi değildir.

Demokrasi ayrıcalıklı bir siyasetçi sınıfı yaratmak değildir.

Demokrasi, sahtecilerin, vurguncuların, hırsızların, uğursuzların, dokunulmazlık zırhına bürünmesi değildir.

Demokrasi, genel olarak yağmacılık değildir.

Demokrasi, özel olarak halkın ve politikacıların el ele, tarihsel, doğal ve kentsel zenginliklerimizi, sit alanlarını birlikte talan etmesi değildir.

Demokrasi yoksulluk ve gelir adaletsizliği değildir.

Demokrasi, sağlıksız konutlar, gecekondu yaşamı değildir.

Demokrasi sosyal güvenlikten ve sağlık hizmetlerinden yoksun olmak değildir.

Demokrasi, doğal kaynaklarımızın bilinçsizce tüketilmesi, hava ve su kirliliği değildir.

5 Kasım Sonrasında Gelinen Nokta – EROL MANİSALI

ABD, işgalle birlikte tırmandırdığı PKK için bir ara döneme geldi; PKK askıya alınıyor. PKK’yi – şimdilik – frenleme karşılığında ödünler sıralanmaya başladı;

DTP’nin Meclis’teki yerine dokunulmayacak ve sonuçta PKK siyasallaşacak.

Barzani yönetimi (Bağımsız Kürdistan) ile resmi temaslar başlayacak. Gayri resmisi çoktan başladı. İktisadi destekle, AKP Barzani yönetimini daha da güçlendirecek.

Böylelikle 2003-2007 dönemindeki PKK’yi “tırmandırma operasyonuna” bir süre ara verilecek.

AKP hükümeti, Barzani yönetimini resmen tanıyarak, Kürdistan operasyonunun önünü açacak.

ABD ve AB kıskacı içine sokulmuş Türkiye, AKP yönetimi altında BOP’ta adım adım desteğini sürdürecek, misyonunu yerine getirecek.

Ve birkaç yıl sonra gerektiğinde, “PKK yeniden çıtayı yükseltecek” ve ABD yeni bir genişleme daha yapacak. O zaman talep, Kürdistan projesi yanında, Ermeni meselesinde ve Patrikhane konusunda olabilir. Hatta Güneydoğu’da özerklik istenebilir.

Mustafa Balbay Soruyor!

Ekonomimiz iyiyse neden borcumuz ödedikçe artıyor?

Eldeki her şeyi satıyoruz ama karşılığında hiç büyük yatırım yapmıyoruz Bu gidiş nereye kadar?

Türkiye büyük bir yatırım cenneti haline geldiyse Time dergisinde açıklanan Dünya Ekonomik Forumu raporuna göre neden iş dünyasına hiatap eden ilk 50 üke arasında yokuz?

Sürekli kalkınıyorsak işsizlik niye artıyor?

Aman Beyler Dikkat, Çatlayacaksınız!

Ergin Yıldızoğlu, artık bölgesel hegemon güç olduklarını söyleyen, ihracat rekortmeni olmakla, kentleri inşaat şantiyesine çevirmekle övünen AKP ile, La Fontaine’in öküze öykünüp şişmeye çalışırken patlayan kurbağa fablını örnek vererek alay ediyor:

“TL’nin en güçlü paralar ligine katılması bir marifet değil, yabancı spekülatöre (pardon, yatırımcı diyecektim) güvenli ortam sunmak ve ülkenin birikmiş servetinden değer transfer etmelerine olanak sağlamak için TL’yi aşırı değerli tutma politikasının sonucudur; Türkiye mallarının dünya piyasalarını fethetmesinin sonucu değil. Bu bağlamda “muazzam ihracatın” ülkeye neye mal olduğunu görebilmek için cari açığa, dış borç stokuna bir göz atmakta yarar olabilir. Ülkenin kentlerinin şantiyeye dönmesine gelince, söylenecek iki çift söz var. Birincisi, 1996 yılında, Asya krizinden az önce, Tayland ve Endonezya gibi ülkelerin kentleri de şantiyeye dönmüştü. İkincisi, bu binaların apılırken ve satılırken devreye giren kredilerin finansmanının nelere yol açacağını görebilmek için, bakınız ABD mortgage krizi...

Tüm bu şişinmeye, patlama vukuu bulmasın diye, havasını almak için iğneyi Morton Abromowitz batırıyor, fazla acıtmamaya çalışarak: “Türkiye Ortadoğu’da bir yüzyıldır olmadığı ölçüde bir oyuncu olmuştur...” “Ancak,” diyor “rolü etkin ve yapıcı bir oyuncu olmakla sınırlıdır; bölgede bir karar verici ve önde gelen bir kolaylaştırıcı olmayacaktır.”

Abromowitz “bir uydu ülkeden” mi söz ediyor, yoksa “bir bölgesel hegemonyadan mı?” karar sizin.

Bakara Suresinin 275’nci Ayeti – İlhan Selçuk

Bugün Türkiye faiz şampiyonu. Faiz için Bakara Suresi’nin 275’nci ayeti ne buyuruyor: Faiz yiyenler, mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar.

Tezkere

Tezkereyi Meclis keşke elli yıllık verseydi. Her yıl her yıl yenilemek zor olacak. Ha ha haa.

Komedyenler Fazlasıyla Komik

Erol Günaydın usta önemli bir çıkış gerçekleştirdi geçenlerde. Hükemetin icra organı gibi çalışan holding medyasına göbeğinden, ayağından, beyninden bağlanmış yeni nesil komedyenlerin ülkede kasırgalar da esse, ortalık da yıkılsa seslerini çıkaramadığını, politikanın p’sini bile ağızlarına almaktan şiddetle tırstıklarını çok iyi bilerek, nazikçe, yumuşacık bir eleştiri yaptı. Katılıyorum.

24 Kasım 2007 Cumartesi

FossurGama Sunar: Canlandırma – Piknik.

Üç dört aile pikniğe gelir. Neşelidirler. Arabalardan iner, bazıları göbek atarken yürürler, açılır kapanır masaları, kumanyaları taşır, güzelce, dereye bakan yeşillik bir yere yerleşirler. İçkiler, yemekler birer birer konur yer masasına ve birden Mustafa bey sorar. “Tuzluk nerde be?” Karısına bakmaktadır ters ters. O ise yere, herkes de birbirine bakar aynı anda. Bir sürü kafadan “Siz getirmediniz mi?” lafı çıkar ve hep beraber tekrardan arabalara doluşup giderler oradan.

Kötü

Neden bu kadar kötüsün, dediklerinde, adam, “öldüğümde kimsenin ağlamasını istemiyorum,” derse ne olacak?

İnsanların her konuda bahanesi olması çok kötü.

Çöp

Reklam kapitalizmin çöpüdür.


Gecenin Müzik Menüsü

Robbie Williams “Tripping” – Manic Street Preachers “Autumn Song” – Madness “Lovestruck – Girls Against Boys “Superfire” – Brad “Nadine” – Iggy Pop "Shakin' All Over" - Gamlı Baykuş “Varoş”

Ya Ölürsem!

Bazen düşündükçe çıldıracak gibi oluyorum.

Ya ölürsem günün birinde!

22 Kasım 2007 Perşembe

FossurGama Haberler

Sahtekar İmam Yakalandı

Gülhane’de cemaatini hipnotize edip kendi özel işlerinde kullanan A.Ö. isimli imam yakalandı. Gece geç vakit hala eve gelmeyen eşi Dursun K.’yı arayan Ayşe K. kocasını imam efendinin bahçesinde halıları yıkarken bulunca ve yanında, aslında aleme pek düşkün olan on beş kadar kişiyi çamaşırları çitilerken ve bahçeyi çapalarken görünce şüphelendi. İçeriye giren Ayşe hanım iki erkeğin de yemek işine giriştiğine ve Ayı Celal diye bilinen kasabın ise imamın ayaklarını yıkadığını görünce durumu polise intikal ettirdi. İmam A. Ö., komiseri ve polisleri de hipnoz edip kaçsa daİpsala sınırını geçerken, hipnozdan falan anlamayan ve üstleri tarafından kendisinde biraz zeka geriliği olduğu belirtilen Ağrılı Mehmet er tarafından vurularak yargıya teslim edildi.

FGH-Gülhane

Üretim Çifliği

Trabzon’da balina üretim çiftliği kuruldu. Şimdilik biri dişi biri erkek iki balinayla üretime başlayan Kabak Çekirdeği adlı şirketin yönetim kurulu üyesi Tahsin Selim gelecekten ümitli olduklarını, bu iki balinanın sayısının çok yakında yüzleri, binleri bulacağını söyledi. Bu arada balinaların küçük havuzlarda gerek duyulmaz diye kuyruk ve yüzgeç bölümlerinin şimdiden kesilip satıldığı ve yem olarak da plankton yerine gübre verildiği saptandı.

FGH- Trabzon

Elmasın Değersizi

Geçenlerde Ümraniye çöplüğünde, neredeyse topkapı elması kadar değerli bir mücevher bulunmuş, sahibinin bu değerli parçayı nasıl olup da çöpe attığı anlaşılamamıştı. Aradan geçen bir haftada devlet yetkilileri mücevherin gerçekten de iğrenç koktuğunu ve ne kadar değerli olursa olsun işe yaramayacağını söyleyerek tekrar çöplüğe bıraktılar.

FGH- İstanbul

Maymun Selami Bunalımda

Hayvanat Bahçesi’nin sevgilisi Selami adındaki maymun bunalıma girdi. Salı günü, bir maganda tarafından elle tacize uğrayan Selami’nin sadece kıçını duvarlara vererek yürüyebildiği ve yemeden içmeden kesildiği belirtildi. Bazı görgü tanıkları, Selami’nin arka kılları dökülünce götünün kabak gibi ortaya çıkmasının bu edepsizlikte önemli rol oynadığını öne sürdüler. Bu konuşmaları yapan arkadaşların ellerinde biralarla orada muhabbete durduğu da gözlerden kaçmadı.

FGH- İstanbul

Yeni Kanal

Sonunda ülkemizde de medya alanında dünyayı sallayacak önemli bir oluşuma imza atıldı. Ağır çekim kanalı. Her türlü programın ağır çekimlerle sunulduğu Molla kanalını izleyenler, artık hiçbir sahneyi kaçırmadıkları için çok mutlu olduklarını söyleyip, keşke tekrar çekim kanalı da kurulsa, ağır çekim kanalında sevdikleri bazı sahneleri orada bir kez daha seyredebilseler, diye de yorum yaptılar.

FGH- İstanbul

Şöförlerin Çilesi

Tehlikeli durumlarda şöförün düğmeye basarak kendisini otobüs dışına fırlattığı sistemin, düğme yerleri yanlış belirlenince kötü niyetli yolcular tarafından gerekli gereksiz kullanılarak suyu çıkarıldı. İlk haftada, toplam otuz yedi şöför hastaneye düşünce İstanbul Belediyesi, otobüsleri duraklara çekip sistemi devre dışı bırakmayı daha uygun gördüğünü açıkladı.

FGH- İstanbul

21 Kasım 2007 Çarşamba

FossurGama Sunar: Sesli Çocuk Kitapları

Tesiste dolaşıyorlar yirmi yaşlarında, yakışıklı, bebek yüzlü bir tiple sarışın, ufak boylu, oldukça cilveli kız arkadaşı. Kitap bölümünde, çocuk reyonunda duruyorlar ve bir zamandır ilgi çekmek, ne kadar çılgın olduğunu göstermek için her türlü numarayı deneyen delikanlının yüzü altın bulmuşçasına büyük bir sevinç ışığıyla kaplanıyor. Elini uzatıp sesli kitapların butonuna basıyor ve sanki, kapağında hortumunu havaya kaldırmış koca filin, küçücük hoparlörden cızırtılarla çıkıyor sesi. Sonra bir daha basıyor. Bir daha. Ve o bunu yaptıkça, kız kıkırdayıp duruyor, bir yandan eli ağzında, utanıyormuş gibi çevreye bakınarak. Kasiyer öfleyerek kafasını sallıyor. Ama durmuyor delikanlı. Bir daha, bir daha. O sırada kitaptan çıkan ses artıyor sanki. Birkaç kez daha basıyor ve duruyor tip kulak kabartarak. Ve işte, o anda, marketin kapısını kırıp içeri dalıyor kocaman bir fil. Böğürtülerle, yeri gümbür gümbür sallayarak önündeki insanları hortumuyla savurup koşturuyor. Öylece kalıyorlar delikanlıyla kız yerlerinde, gözleri kocaman, külotları çiş ve pislikle dolu. Geldiğini görüyorlar ama yapacakları bir şey yok. “Annecim,” diyor sadece kız ve o sırada cork, diye eziveriyor onu kocaman bir ayak. Koşturup gidiyor fil ve duvarı yıkarak yok oluyor. Her tarafta bağrışan, inleyen insanlar. Çoğu ezilmiş. Delikanlı dönüp, yıkılmış duvara bakıyor ve zombi gibi çıkışa ilerlerken saçları ağırdan beyazlaşmaya başlıyor.

Tam Söyleyecekken

Aklıma güzel bir şey gelmişti. Dudaklarım gülecekmiş gibi kıvrıldı. Ağzımı açtım ve tam da o esnada Sayko “Düşünsene bilader, kapalı mekanlarda insanlar da kendini kapatsa anlam iyice yerini bulmaz mı?” dedi. Öylece bir süre kalıp önüme indirdim başımı. Ben de bunu söyleyecektim. Garip bir durumdu. Çayımı yudumlayıp çevreye baktım sonra. Bir tipin konuşurken eli kolu öyle bir oynuyordu ki. Döndüm hemen ve... Hayır, yine o, “Abicim,” dedi. “İnsanların ellerini kollarını kessek konuşamazlar bence be, şap gibi kalırlar alimallah.” Yine önüme baktım ve ondan sonra da bir şey söylemedim. Ama o, aklıma gelen her şeyi benden önce ortaya dökmeye ve masadakilere hava atmaya devam etti. Yapacak bir şey yoktu. Daha hızlıydı benden.

FossurGama Sunar: Bir Kaza

Araba ters dönmüş, her yan kırık camlarla dolu. Bir cant eğri büğrü yuvarlanıp gitmiş yolun ortasına. Arka kaportadan pis bir duman süzülüyor havaya ve bir inleme duyuluyor yan taraftan. Bir adam... Üstü başı kan içinde. Gömleğinde derin bir yarık. Sürünürken büyük bir güç harcıyor. Çekmeye çalışıyor betonu. Uzaklaşmaya çalışıyor oradan. Kendisini öylesine bir kasıyor ki, evet, o an, bir osuruğun kıçından fırlamasına engel olamıyor. “Oha!” diyor hemen zayıf bir ses arabanın içinden. Bu arkadaşı, sıkışıp kalmış orada, boğazından aşağı kan fışkırıyor ve ayaklarını hissedemediği için çıkamıyor oradan. “Pardon,” diyor o da ve patlayıp şişmiş gözlerini açmaya çalışarak yine sürünmeye devam ediyor...

16 Kasım 2007 Cuma

Korkuyorum

Sabah uyanıp balkona çıktım. Gerinip, günün o poğaçaya benzeyen uyanış kokusunu içime çekecektim ki birden gördüm onu. Şeytan! Şehrin üstüne çömelmiş, sıçmaya hazırlanıyordu. Bağırdım delice. Küfür ettim, anırdım, herkesler uyanıp balkonlara hücum edene dek. Ve kaçıp gitti o...
Ama şimdi de korkuyorum. Ya öç almaya kalkarsa.

Gündem Üzerine Kısa Kısa

Kömür işletmelerinden kömürleri alıp sadaka olarak seçim öncesi dağıtıp, paralarını ödemeyen ve işletmelerin yüksek faizle bankalara borçlanmasına neden olan bir Hükümet var karşımızda. Güvenmemiz mümkün mü?

Kral Abdullah’a şeref madalyası veriyorlar. Neye dayanarak? Ne yapmış bugüne kadar, nasıl bir hizmet vermiş ülkemize? İrticayı mı desteklemiş? Açıklasınlar. Hac kotasını arttıracakmış. Pöh!

Doğu ve Güneydoğu sefaletten kırılırken, insanlar aç, işsiz; tarikatların, kaçakçıların, teröristlerin oyuncağı olmuşken Kuzey Irak’a yatırımdan, abilikten babalıktan bahseden bir Deniz Baykal, hangi büyük projenin gönüllü kuklası olmuştur?..

Tezkereyi alalı bir ayı geçti. Bir de Başbakanımız, kış şartları ağırlaşmadan müdahale edeceğiz demez mi? Neyi bekliyoruz, bi anlasak! Babacan’a göre Amerika istihbarat da vermeye başlamış. Ha ha haa!

Köşke gönderilen her dosyayı koşulsuz onaylayan onbirincinin gerekçeleri açıklaması gerekmez mi? Cumhurbaşkanımız Sezer, red gerekçelerini madde madde sıralamıştı, ne değişti, bilelim.

Dokunulmazlık. Ah şu dokunulmazlık. Her şeye dokunup, değiştirip, yorumlayıp kendilerine dokundurtmuyorlar. MHP’nin de ağzı bir türlü varmadı tamamen kaldırılsın demeye. Azıcık, şöyle ucundan kaldırılsın önergesi verilsin.

Yirmi üç yıldır savaştığımız bir bölgede istihbarat sıkıntısı çekip ABD’den gelecek bilgileri beklememiz nasıl bir komedidir. Bakalım ABD, istihbaratı önce kime verecek. Barzani’ye mi bize mi? Dalkavukluk ölçen bir aygıt üzerine çalıştıklarını biliyoruz ne zamandır.

Mavi Boya

Stalin elindeki kadroların çok beceriksiz olduğundan yakınan Putin’e tavsiyede bulunur: - İşe yaramayan herkesi kurşuna diz! Sonra da Kremlin’in duvarını maviye boya. – Neden maviye? – İşte herkes bu soruyu düşünerek tepkisiz kalsın diye.

(Hakan Aksay’ın Cumhuriyet’teki yazısından alınmıştır.)

Nasıl da Musallat Oldular Ülkeye Be!

Musallat filminin başrol oyuncusu Burak Özçivit’in billboardlardaki afiş fotoğrafı (altında pantalon, belden yukarısı çıplak, ellerinin yukarı kaldırmış, delice bir haykırışı patlatıyor çocukcağız) bilgisayarla giydirilmiş. Erkek meme uçlarından bile tahrik olmaya başladılarsa durum kötü. Götü kollamak lazım.

Ölmeyi İsteyememek

Ölmeyi içten bir şekilde, tüm kalbiyle dileyen insan ölür. Bir anda. Ama kimse, bunu ne deneyebilir ne de başarılı olabilir gerçekten. Çünkü ölüm insana sadece bir dilek hakkı sunarken yaşam binlerce dilek bahşetmiştir.

FossurGama’dan Hastalıklı Diyaloglar

“Kardeşim. Atıma et yediriyorum devamlı. Anasını zükecem altılının yakında.”

“?”


“Tam ölürken “Açıl susam açıl,” diye bağırınca cennetin kapısı açılıyormuş bilader.”

“O zaman herkes boşu boşuna şehadet getiriyor.”

“Aynen öyle.”


“Ben annemi yatırıp bi güzel şaapmak istiyorum doktor bey.”

“Bir şeyiniz yok beyefendi, sadece ödip kompleksi bu...”


“Hişt! Bırak lan! Allah Allaah. Kendininkileri yesene oğlum, başkasının tırnağını yemek nasıl bir hastalık!”


“Çabuk dışarı. Defol!”

“Öhhö, niye canım, nooldu?”

“Kamasutra sırasında orgazm olmak yasak, bilmiyor musun?”

Yeni Çeteler

Ne zaman filmlerde deniz motoru çeteleri göreceğiz? Zamanı gelmedi mi artık!

MİYAZAKİ – A Castle In The Sky

Nasıl bir yaratım bu! Çılgın karakterler, olay örgüsündeki tutarlılık, profesyonellik ötesi çizimler, takip sahnelerindeki başarılı aksiyon, nesne modellemelerindeki sınırsız hayal gücü. Bir film böylesine özgürleştirebilir mi ruhu, böylesine bir neşe verebilir mi kalbe?

Düşünüyorum Öyleyse...

Burak diye bir arkadaşım vardı. Bir gün, yanıma gelip (o zaman İzmir-Alsancak’ta bir müzik dükkanı işletiyordum) düşünmeyi bırakacağını, artık hiçbir şey düşünmeden yaşayacağını söyledi bana. Gülüp geçtim tabi. Ama o günden beri de hiç görmedim onu. Sordum soruşturdum, diğer arkadaşları da bulamadılar izini.. Sonradan bu konuyu etraflıca elden geçirdim: Bu herif, bizi düşünmeyince karşımıza da çıkmıyorsa demek ki insanları ve nesneleri düşündüğümüz için var ediyoruz. Düşününce varlar, düşünmeyince yoklar. Ama o halde. Ben Burak’ı düşününce niye çıkmadı ki karşıma? Şöyle bir sonuç çıkıyor bu sefer de ortaya: Tek başına düşünmek yetmez. Onun da seni kabul etmesi gerekir.

Lütfen arkadaşlar. Beni düşünmeyi bırakmayın! Ne olursa olsun.

FossurGama Sunar: Canlandırma – Sihirbaz.

Sahnede yıvışık yüzlü bir sihirbaz canlandırın gözünüzde. Aralardan bir kadını sahneye çağırıyor. Ve çıkar çıkmaz da arkadan vantuz gibi yapışarak eteğini kaldırıp elini donuna daldırıyor. Zavallı kadın çırpınıp kurtulmaya çalışırken de oradan bir dildo çıkarıp sallıyor. Kadın delice saldırıp yüzünü cırmıklasa da gülmeye çalışıyor ve karışıyor ortalık...

Pittacus'tan Bir Aforizma

Evcil Hayvanların En Vahşisi Dalkavuklardır. Pittacus

Günün Müzik Menüsü 1

Deep Purple “Deep Purple” albümü (The Painter ve Why Didn’t Rosemary parçalarıyla garantili uçuş) – Rammstein’dan Ich Will, Mutter ve Zwitter – Queensryche “Operation Mindcrime II” albümünden Signs Says Go ve If I Could Change It All – Firewater “I Often Dream Of Trains” ve “Psychopharmachology” – Arctic Monkeys “Teddy Picker” – The Cult, Born Into This albümünden “Citizens - AC/DC “Diry Deeds Done Dirt Cheap” – Dog Fashion Disco’nun Adultery albümünden “Silent Film” ve “Desert Grave”...

Güle güle dinleyin.

Gerçek

Gerçek o kadar değerli ki, yalanların koruması altında olması gerekir.

Churchill

Makhosazana Khosi Xaba

Makhosazana Khosi Xaba'nın bir şiirinden küçük bir bölüm:
(Cevap Çapan çevirisiyle)

Yarın, eğer uyanırsam paramparça

fırının üzerinde patlamış

cam bir kâse gibi,

kırıntılar halinde

toplayacak mısın beni?

santim santim çekerek

eşyaları kenara

Didik didik edecek misin

çatal-kaşık çekmecesini

patlama sırasında açıksa

çıkaracak mısın beni, döküntülerin arasından

düzeltecek misin, sonra, yeni baştan çekmeceyi?

......

13 Kasım 2007 Salı

Nevizade’de Bir Masaya Çökmüş, Ay Kıpkırmızı

Geçen akşam Aslanım’da masada otururken biri gelip başımda dikildi ve anlamlı anlamlı baktı bana. “Nooldu,” dedim az sonra, pirelenip. Tüylerim dikilmişti hafif havaya. “O elindeki içki benim,” dedi herif ve elimdeki bardağa indi gözlerim. Gerçekten de... Votkaydı bu. Yine kalktı kafam. “Arkadaşım, benim yerimde oturuyorsun,” dedi bu sefer de. Baktım. Evet. Yolun kenarındaki bir masaydı bu. Girişin oraya oturtmuştu beni Ali. Yine ona diktim hafif utanmış gözlerimi. “Yahu, bari giysilerimi almasaydın,” dedi herif. Baktım. Gerçekten de. Ne pantalon, ne ceket. Hiçbiri bana ait değildi. Ve o, evet, o çıplaktı ne zamandır, bana bunları söylerken. Diktim votkayı başıma ve soyunup çırılçıplak eve doğru yola koyuldum.

FossurGama Sunar: Hatırlasana Necla

İçeri girip sevinçli bir havada ilerledi ve masaya haşırt diye çöktü Yakup. Uzanıp öpecekti ki, kız arkadaşı Necla kendini geri çekti hemen. Gözlerinde yine o, şüpheci, kahrolası ifade vardı ve bir çabuk “Nooluyor canım, kalkın çabuk şurdan,” dedi neredeyse bağırarak. Yakup derin bir nefes verip sıkıldığını iyice belli etse de her zaman olduğu gibi büyük bir olgunlukla kendini tanıtmaya girişmekten başka bir şey yapamadı. Necla’da böyle bir hastalık çıkmıştı sonuçta bir yıl kadar önce. Birden her şeyi unutuyor, ipuçları önüne kondukça yavaş yavaş hatırlıyordu her şeyi. O gün de işte bu şekilde, tanıttı kendini Yakup ve Necla onu tanır tanımaz boynuna atladı. Her yanını öperken özür diliyordu hiç durmadan.

O anda “Necla?” dedi birisi hayret içeren bir tonda.

Döndü hem Yakup hem Necla, ikisi birden ve tepelerinde dikilen uzun ince çocuğa baktılar.

Necla onu tanıdı bu sefer hemencecik ve kıpkırmızı bir utanç yürüdü yüzüne. Şeey, şeey diye gevelerken nasıl açıklayacağını bilemiyordu olanları.

Yakup anladı ama. Bir kez daha... Bir iki gün işi çıkmıştı şehir dışında ve yine onu unutarak birisiyle tanışıp takılmaya başlamıştı Necla. Şimdi bir de bu çocuğu teskin etmekle uğraşacaktı işi yoksa...

FossurGama Sunar: O da Ne?

Yarım saattir tuvaletteydi on dört yaşında, munis bir çocuk olan Sinan. Ikınıyor sıkınıyor ama bir türlü yapamıyordu büyük tuvaletini. Öyle bir sesler çıkarıyordu ki, duyan ağırlık falan kaldırdığını sanabilirdi içeride. Sonuna gelmişti ama. Götü patlayacak gibi olsa da dayandı, damarları dışarı fırlamış kıpkırmızı yüzüyle.

Ve birden, plop diye dışarı düşüp suları kıçına sıçrattı şey.

Eğilip baktı hemen, boyutu ne acaba, diye ve saçları diken diken olup hemen ayağa dikildi korkuyla.

Orada bir yumurta duruyordu kocaman, yeşil...

Kapıyı açıp içeri koşturur ve “Anne annee!” diye böğürürken, hüngür hüngür ağlıyordu artık Sinan.

Neredeyim?

Bir hafta kadar önce, çok garip bir rüya görüyordum. Ayağa kalkmış, pencereyi açmış ve yere paralel durarak apartmanın duvarından aşağıya yürümüştüm saçlarım rüzgarda uçuşurken. Uyandım sonra ve yolda, apartmanın girişinde olduğumu gördüm pijamalarla. Kafam karmakarışık yukarı çıktım. Zili çaldım. Saat beşe yirmi vardı eve girdiğimde. Karımın beni öyle görünce şaşırması da oldukça doğaldı.

Bu da bir istek

Dünyanın büyük mimarlarına yeni bir kent tasarlatmak ve elli kilometre kadar yakında, ördeklerle dolu bir gölün ortasında, derme çatma bir kulübede yaşayıp, güneşin; uçuk, fütüristik yapıların üstünden ağır ağır batışını seyretmek istiyorum.

Şaşmayın Artık

Bu konuda şaşacak ne var anlayamıyorum. Günlerce, aylarca izin bekleyip Bush’un ayağına giden adamlar bir Kral’ın otel odasına gitmiş çok mu? Allah Allaaah! Ne var büyütecek?

9 Kasım 2007 Cuma

Muammer Ketencoğlu ve Zeybek Topluluğu

Dün akşam Harbiye’de Anadolu'dan Türkçe ve Rumca zeybekler, halk türküleri ve İzmir stili rebetikolardan oluşan özel bir repertuarı yerinde virtüözitelerle bize sundu Ketencoğlu ve grubu. Gerçekten zevkliydi.

Ama konserin ortalarında aklıma şöyle bir fikir düşmesini engellemedi aldığım keyif.

Orada konforlu koltuklara gömülmüş ellerimi tıpır tıpır bacaklarıma vururken, deri bir pantalon giydiğini ve akordeonunu yana çekip birden dikildiğini düşündüm Muammer Ketencoğlu’nun. Ve pantalonunun kasık kısmından ateşler fışkırdığını. Öyle sahnenin kenarına kadar yürüyüp dilini çıkardığını herkese. Sonra da kırıp yaktığını akordeonunu.

Sonra bu düşüncemi içime gömüp, ellerimi şaklatarak müziğe ayak uydurmaya çalıştım Alaçatı zeybeği kulaklarımdan içeri dolarken.

Ne Olmalıydı Ne Oldu

Erol Manisalı’ya göre AKP’nin Ankara ve Washington arasındaki dorukta şunlar gündeme getirilmeliydi:

1- Irak’ın bölünmesine kesinlikle karşıyız. Irak’ın kuzeyinde kurmakta olduğunuz kukla Kürt devleti Türkiye için, kesinlikle kabul edilemez. 2- ABD ve İngiltere 2003’te Irak’ı işgal ettikten sonra “siz PKK’yi güçlendirdiniz”. Sizin sorumluluk alanınızda barındırıyor, eğitiyor ve her türlü desteği veriyorsunuz. Buna derhal son verilmesi gerekir. 3- Kerkük’ü Barzani’nin kukla devletine katma girişiminizi kesinlikle kabul edemeyiz. Bunu fiilen engelleyeceğiz. 4- Türkiye İran’a karşı operasyonda ABD’nin yanında yer almayacaktır. Biz bölge ülkeleri ile ilişkilerimizi geliştirmek istiyoruz.

Bir de şu gelinen noktaya bakın.

Özgen Acar ne aldık sorusuna, gerçek bir Kasımpaşa kabadayısının “Ba.b.yı” diye cevap vereceğini söylüyor...

Ha ha haa. Gerçekten komik.

FossurGama Sunar: Canlandırma – Perde

Alkışlar arasında perde inmeye başlıyor ve oyuncular ağırdan kırmızı kadifenin arkasında kalıyorlar. Sonra bir takım gürültüler duyuluyor ve alkışlar teker teker susup, kulaklar dikiliyor. Bağrış çığrış yok, sadece küt küt sesler... Tekrar açılıyor perde ve oyuncular eğilip selam veriyorlar. Ama o da ne? Bir çoğunun ağzı burnu dağılmış, yerlere şıp şıp kanlar damlıyor. Tekrar kapanıyor perde ve gürültüler başlar başlamaz kulise koşuyor bir sürü seyirci kavgayı ayırmak üzere...

Tuvalet Çıkışı

Tuvaletten dışarı çıktım ve hemen orada birisi önümü göstererek “Pardon arkadaşım, şeyin dışarıda kalmış,” dedi. Baktım. Gerçekten de dışarıda duruyordu. İçeri sokup, teşekkür ettim ve yürüdüm gittim başımı sallayarak.

Rüya

Rüyamda bir bulutun üstündeyim. Gülerek aşağı işiyorum. Ama bakıyorum kafama da sular dökülüyor gökyüzünden. Ve başımı kaldırır kaldırmaz kendimi görüyorum, üstte bir bulutta aşağı işeyen. Yüzünde buz gibi bir bakış. Pantalonumu ilikleyip uzanıyorum bulutun üstüne, ellerimi başımın arkasında kavuşturuyorum ve tekrar açılıyor gökyüzü masmavi, bir bokluk düşünmediğim zamanlar olduğu gibi.

Annemden Özel Rica

Nevizade’deyim. Dudaklarım kurumuş. Önümdeki bira bitmiş. Ali’ye bakıyorum ve aklıma bir votka söylemek düşüyor. Tam el edecekken telefon çalıyor. Bakıyorum. Yine annem.

“Alo.”

“Oğlum, sakın karıştırma içkileri, tamam mı?”

“Öff, tamam anne ya.”

Kapatıyorum telefonu ve bir bira söylüyorum.

Her seferinde aynı şey.

Moldovalı Cüce

Geçenlerde bir kör gördüm. Moldovalı bir cüce tutmuş, omuzuna oturtmuş, onun verdiği direktiflerle ilerliyordu yolda. Fena fikir değil, Allahın köpeğiyle uğraşmaktan daha iyi diye düşünürken cücenin adamın kafasına resmen sürttürdüğünü görünce dumur olup şuna karar verdim. Bir moldovalı cüce alacaksan, ona bir de moldovalı karı alman lazım. Masraflı iş.

FossurGama Sunar: Canlandırma - Japon Usulü

Bir japon çizgi filmi seyrettiğinizi canlandırın gözünüzde. Kahramanımız olan koca gözlü Hiromi sevgilisi Torinto’nun kaçırıldığını duyunca çok üzülmüştür. Rüzgarın altında saçları uçuşarak ipince dururken birden gömleğini sıyırır göğsüne doğru ve sağ elinde tuttuğu jiletle karnına çizikler atmaya ve oradan kanlar fışkırırken “Uleen, uleeen, sikerim uleeen!” diye bağırmaya başlar. İşte böyle...

8 Kasım 2007 Perşembe

Yorumlu

Türkiye’de bin civarında yeteneksiz yazar, yine o kadar kaz kafalı sinemacı, iki bin kadar kendini kandıran ressam, şair, yirmi bin civarında sıfatsız-dalkavuk medya mensubu-televizyon erbabı, sektörde çalışan kadar hırsız, yaratım ve etik yoksunu reklamcı, yüz binden fazla ezberci taklitçi müzisyen, sayısız din ticareti yapan sahtekar ve milyonlarca yarım akıllı insan var...

Yorumsuz

Türkiye'de 65 bin okul, 75 bin cami, 100 bin Kur'ân kursu var.

Şiirden Bir Bölüm

Barış zamanlarında unutma
çocuklara öğretmeyi
her şiddetin sonrakinin tohumunu
ektiğini

SUSAN BRIGHT

BİRİ

İçimde biri var. Her şeyi o düşünüyor ben de yapıyorum...
Mutlu muyum bilmem.
O bilir.

FossurGama Sunar: Martı

Rıhtımda durmuş manzaraya bakıyor, gizemli pozuyla elli metre kadar ötede oturan kızlara da havasını basıyordu Celal. Dönüp şöyle bir süzdü kızları. Sonra kaşını kaldırdı ve yine önüne dönecekken tüm havasını kaçıracak bir şey oluverdi bir anda. Pat diye bir martı boku inmişti suratının tam ortasına ve tabi kafasının üstüne de. Öfkeyle döndü o ve tükürükler saçarak bir küfür sallarken yukarıda uzaklaşan martıyı da görmüş oldu.

İşte o anda.

Haşırt diye durup, küçük kanat hareketleriyle yavaşça ona döndü martı.

Kızgınlığı geçmemişti Celal’in. “Sana dedim lan orospu çocuğu,” diye bağırdı yeniden.

Ama şimdi yavaş yavaş yaklaşıyor ve boynunu kıra kıra, gagasını oraya buraya savura savura çığlıklar atıyordu martı.

Bir daha küfür edecek oldu ama vazgeçti Celal. Tırsmıştı. Geriledi adım adım ve kızları falan takmadan birden kaçmaya başladı.

Martı da peşinden tabii...

FossurGama Sunar: Açılın

Adamın boğazına bir şey kaçmış, yüzü pancar gibi olmuştu çarşının kalabalığında. Açılmış, elini kolunu savuran, arada bir iki büklüm olan adama bakmaktaydı herkes ve birden birisi insanları ittirip “Açılın ben doktorum,” diyerek ilerledi. Çekildi herkes ve herif gidip adamın karnına bir tekme gömdü. Mordan karaya çalan yüzüyle yere yuvarlandı boğulan adam ve başarılı olamadığı için koşturup bir kez daha patlattı tekmeyi doktor.

Sonrasında zar zor tuttular onu, geriye çektiler ve azarlamalar başladığında o şöyle dedi: “Allah Allah, bana böyle öğretmişlerdi yaa.”

Boğulan adama noolduğunu soruyorsanız, onu bilemem. Bu kadarına bakıp gittim, çok işim vardı...

Anarşist Kitap Fuarı

Geçenlerde İngiltere’de Queen Mary Üniversitesi’nde 27. Anarşist Kitap Fuarı gerçekleştirilmiş. Kurulan standların içerikleri şöyle: Hayvan Hareketleri Hareketi, Anarşist Sendikacılar, Ekolojistler, Anarko Feministler, Radikal Antropologlar, Anarşist Sinema ve Video Topluluğu, Punlar, Alternatif Habercilik ve Medya, Sınıf Savaşı Anarşistleri, Cezaevlerindeki Tutuklularla Dayanışma...

Orayı gezen Süreyya Evren’e imrenmedim desem yalan olur.

Elalem neleri düşünüp tartışırken bizim; tarikatçıların muhteşem üretimi türban sorunsalına batıp kalmamız insana koyuyor.

Tabi bu arada Batı Emperyalizminin boş durmayıp aynı İngiltere’de Amerikalı Feto’yu konuk edip, Türkiye’yi nasıl ucuz işgücü cahilleri ülkesine, öhö, pardon, ılımlı islam cumhuriyetine çevireceğini dinlediklerini de bir anektod olarak araya sıkıştıralım...

Sonuç: Anarşizm üçüncü dünya ülkelerine yasak, birinci dünya ülkeleri için gençken oynamalarında sakınca görülmeyen bir oyuncak.


Dış Politikada Yöntem

Mustafa Balbay'a göre AKP'nin dış politika yolu şu: Ters yönde hız sınırını aşmış giderken, radara yakalanmamaya çalışan ehliyetsiz bir sürücü.

Sorunlu Ülkenin Soruları

Bir ülkenin kendi güvenlik sorununun çözümü için izin almak için bir başka ülkeyi beklemesi onur kırıcı değil midir?

Daha önce denenmiş üçlü güvenlik ağının ve zaten yapılması gereken istihbarat paylaşımının müthiş çözümler olarak ortaya konulması komik değil de nedir? Teröristin başındaki güçlerle işbirliği yapmak nasıl bir anlayıştır?

İzin verilecek tek şey olan nokta operasyonlarda, on beş gündür bekletilen bir ordunun, kolayca yer değiştirmesi sağlanan teröristlere karşı başarılı olması mümkün müdür? Öyleyse, yapılmak istenen bir kez daha orduyu yıpratmak mıdır?

Hamdolsun, Türkiye’nin eline üçün biri bile verilmemişken ve yabancı basın bile şaşkınken bunu büyük başarı olarak sunan holding gazetelerinin yüzsüzlüğü nasıl açıklanabilir?

Türkiye bir kedi bile vermeyecek insanlarla bir kez daha muhattap edilmiş ve Kuzey Irak’ta teröre yataklık yapan Kürt Devleti Kürdistan yolunda bir meşruiyet kazanmışsa bu nasıl bir başarıdır.

Sürekli fakir edebiyatı yapıp, mazlumun canına okuyan hükümet bunu tüm temel gıdalar ve temel harcamalara yaptığı zamlar, onların gerçek yapısını göstermemekte midir.

Orduya saldırmak için an kollarken, Mehmet Ali Şahin; teslim olan askerlerimizden utanç duyduğunu açıklamış ve ailelerinin yanına döndüklerine sevinemediği söylemiştir. Peki ya biz... Biz, hükümetin dış politikada düştüğü aczden, el kapılarında izin beklemesinden, her türlü üretimde sıfır çekip bağımsızlığını gün gün kaybetmesinden nasıl utanç duyuyoruz, bakanımız bunu bilmekte midir? Utanç duyulacak şeyleri karıştıranların, AB’nin direktifleriyle bir kuruma saldırmayı saplantı haline getirmişken böyle zaman zaman dam üstünde saksağan vur beline kazmayı türünden konuşması normal sayılmalı mıdır?

Emin Çölaşan – Kovulduk Ey Halkım, Unutma Bizi

Kovulduk Ey Halkım, Unutma Bizi kitabını okudum ve zaten bildiğim, gazete sayfalarına baktığım an üstüme çullanan hislerle farkında olduğum hayinlikler canlı kanlı bir tanıklıkla karşıma konulduğu için biraz şaşkınım yine de. Kitap aslında yinelemelerden oluşuyor, ancak tekrar eden tüm bu sahnelerin çok önemli bir özelliği var. Medya-Hükümet-Sermaye üçgeninde boğulmuş, yozlaşmış insanların davranış yapısını tüm çıplaklığıyla ortaya dökmeyi amaçlayan bu yapıt, Ertuğrul Özkök’ün çalışanlarla üst yönetim arasında dansözlüklerini, kıvırmalarını, cebini doldurmak için verdiği ödünleri; patronu Aydın Doğan’ın hükümetle kurduğu kirli ilişkiler sonucu ortaya çıkan basıncın, özgür olması gereken köşe yazarlarını nasıl maaşlı hık deyici memurları dönüştürdüğünü anlatıyor.

Hızlı yazılmış, detayları ve derin bir anlatımı özellikle üslup dışı bırakmış, akıcı ve etkileyici bir kitap.

Sonuçta E.Ö’nün bu kitap çıktıktan sonra her zaman olduğu gibi gündem değiştirme çakallığıyla birden celallenip Irak konusunda aslan kesilmesinin ipuçlarını da veriyor bize.

GÖLGE

Geçenlerde bir karikatür gördüm. Adam, bir elinde mektup, omuzları çökük, denizin kıyısında intihar etme amacıyla bekliyor ama gölgesi arkadaki ince ağaca sıkıca sarılmış, daha ölmeye niyeti yok. Şu geldi aklıma: Doyasıya yaşamaya çalışıyorum ama gölgem ölüme sıkıca sarılmış, bir türlü yanımda koşturmuyor özgürlüğe... Üstümüze bir baykuş gibi tünemiş ağırlığın açıklaması bu olmalı.

1 Kasım 2007 Perşembe

Çıkma Teklifi

Bir arkadaşım anlattı. Epey bir zamandır kafasını taktığı ama bir türlü yanaşamadığı bir kız varmış. O gün çekingenliğini, korkusunu, o mide kramplarını bir tarafa fırlatarak yanına gidip çıkma teklif etmiş. Kız bakmış ona. Ama demiş, rüyadayız şimdi. Çıksak ne olacak, nasıl olsa uyanacaksın biraz sonra. O zaman daha kötü hissedersin kendini. Uyanmam ben de, demiş arkadaşım. Ama demiş, kız. Ben uyanmak istiyorum, kusura bakma. Kaptığı gibi götürüp bir kuleye kapatmış arkadaşım onu. Bunları da bana rüyadayken anlattı. Şimdi bir hastanede bitkisel hayatta. Bir türlü uyanmıyor. Bekliyorum yine rüyama girsin diye, ikna etmeye çalışıcam. Kızın ailesi fişi çekmeyi düşünüyor da artık...

Ne İstiyorlar?

Behiç Ak ustanın Kim Kime Dum Duma köşesinde, apartmanlar ve gökdelenlerle kaplanmış şehir siluetinin önünde bir adam diğerine şöyle diyor: “Anlayamıyorum. Şehirdeki mahalle hayatını yok ettik. Ama bir türlü şu mahalle baskısını yok edemedik.”

Ben de bir şey diyeyim: “Anlayamıyorum. Beyni yok ettiler çoktan. Peki çuvala dönmüş şu zavallı vücutlardan ne istiyorlar?”

Sensör

Geçenlerde, bir yerde canım cola çekince büfeye daldım. Orada, gişenin yanında bir herif duruyordu. Soğutucunun hemen dibinde. Yaklaştım yavaşça. Paneli açabilmek için biraz daha ve birden bir şey ötmeye başladı. Korkup bakındım. Büfeci de dikildi. Döndü hemen herif. Arkasını kontrol etti hızla ve beni görünce yatıştı. Sonra yavaşça başka tarafa çevirdi kıçını ve sustu iğrenç ses... Meğerse arkasına sensör taktırmış hıyar. Kıçına bir insan fazla yaklaşınca ötmeye başlıyormuş...
Neler neler!